Fatih Muhammed Çakmak

Fatih Muhammed Çakmak

Yaşama Sorumluluğumuz

A+A-

An geliyor, haber kaynaklarında acı haberler geçiyor. Acı ve gözyaşı sokakları esir almaya çalışıyor. An geliyor, neşe ve sevinç her yanı sarıyor. Acılar, karamsarlığa ve hüzne; sevinçler, hep böyle devam edecekmiş rehavetine sevk edebiliyor. İlk değil bunlar. Son olacağa da benzemiyor. Tam da bu esnada Rasulullah aleyhisselam’ın hitabını yeniden işitiyoruz:

“Hepiniz çobansınız; hepiniz güttüğünüz sürüden sorumlusunuz. İmam insanlara çobandır ve sürüsünden sorumludur. Erkek ailesinin çobanıdır ve sürüsünden sorumludur. Kadın kocasının evinin çobanıdır ve sürüsünden sorumludur. Hizmetkâr efendisinin malının çobanıdır; o da sürüsünden sorumludur. Netice itibariyle hepiniz çobandır ve güttüğü sürüden sorumludur.”

Hadisi anlama çabamızı ortaya koymadan önce bir hususa değinmekte fayda görüyoruz. Hadis metninin orijinalinde geçen “imam” kavramının bazı çevirilerde “devlet reisi, yönetici vs.” gibi idari görevler esas alınarak yapıldığını gördük. Elbette bugün bu lafzı söz konusu bağlamda ele alabiliriz; ancak bizim tercihimiz idari işlerden hayatın her yönünü içine alan imamlık/öncülük/liderlik bağlamlarının tamamıdır. Zira böyle bir bağlam itibariyle hadis-i şerifi anlamaya çalıştığımızda daha kapsamlı bir çerçevede sorumluluk bilinci geliştirilebileceğine inanıyoruz.

Hadis-i şerifte üç kavram öne çıkıyor: çobanlık, sürü ve sorumluluk. Rasulullah aleyhisselam, sürü/çoban benzetmesi ile her birimizin sorumluluk alanına dikkat çekiyor. Hz. Peygamber aleyhisselam buluğ çağına girdikten sonra Rabbimizin ‘yapın’ dediklerini yapmakla; ‘yapmayın/sakının’ dediklerinden de sakınmakla kul olacak her mü’mine, aile hayatından hizmete, hayatın her alanında sorumlu olduğunu hatırlatıyor. Çobanlık bireysel sorumluluğumuza; sürü ise, başta en yakınlarımız olmak üzere hayatımızda yer tutan insanlara karşılık geliyor.

Evet, kadın, erkek, genç, yaşlı, amir, memur bireyler olarak kendimize ve etrafımıza karşı sorumluyuz. Bunda şüphe yok. Peki, nereden başlayacağız? Ferdî sorumluluk, vazifelerimizin temelindeyse işe kendimizi inşa süreci ile başlayacağız, diyebiliriz. Buradan hareketle temel sorumluluğumuzun kapsamını belirlemeye çalışalım.

“Nasıl iyi bir kul olunur?” sorusu ve buna verilebilecek tüm cevaplar söz konusu bireysel sorumluluk alanını ve gereklerini ortaya koyacaktır. Aslında birçoğumuz bu sorunun cevaplarını biliyoruz. Hatta “biliyoruz da bir türlü hayata geçiremiyoruz.” hayıflanmasına da aşinayız. Nerede eksiğiz o zaman? Neden kaynaklanıyor bu bilip de hayata geçiremeyişimiz?

Evvela, batıla giden yollar çok. Hak ve hakikate çağıran da yok, bu yolda örnek olan da. Bu da bizi hayli zorluyor. Hadi topu taca atmayalım; tekrar kendimize dönelim: Hepimiz mükemmeli arıyoruz. Hayatı yaşarken de sorumluluk bilinci geliştirirken de zamanın, şartların, yapıp-etmelerimizin mükemmelini arıyoruz. İyi güzel de mükemmel olmak zorunda mıyız? Namazı terk eden biri olarak kıldı mı beş vakit kılmak gerekir, anlayışıyla beş vakit namaz kılacağımız bir gün vesvesesi ile mükemmelin peşinden gitmek, sorumluluğu terk etmektir. Kafire korku veren mü’min izzeti için dört dörtlük abid olacağımız günü bekleyemeyiz. Öyle bir gün gelmeyecek. Elbette yaptıklarımızın hakkını vereceğiz, en iyi şekilde yapmanın gayretinde olacağız. Birinci şekilde hareket edersek sorumsuz bir mükemmeliyetçi; ikincisini yaparsak gayretli/mücahit bir Müslüman oluyoruz.

Erteleyenlerin helak olduğunu hatırlamak da yine ferdî inşa sürecinin başında geliyor. Her gün kıldığımız sabah namazı, evden çıkarken çektiğimiz bismillah yeni bir başlangıç bizim için. Öyleyse ertelemeden, yapa yapa daha iyi yapacağımıza inanarak iyi bir çoban olabiliriz. Hem Allah dileseydi hepimizi melekler gibi kusursuz varlıklar olarak yaratabilirdi. Bir tek ümmet kılardı. Sorunsuz bir dünya olurdu. Böyle olmadı. İman temelli teklifler sunuldu: Farz, vâcib, sünnet, müstehab, mubâh, harâm, mekrûh ve müfsid. Yaptıklarımızdan mutlaka sorumlu tutulacağız. Mükemmel olsun diye erteleyip yapmadıklarımızdan da. Bunları yerine getirebildiğimiz ölçüde çobanlığımızın değeri ortaya çıkacak. Unutmayalım: İdrak edebildiğimiz kadar mü’min; inancımızı yaşayabildiğimiz kadar Müslümanız.

Söz efâl-i mükellefinden açılmışken, bu teklifler sadece bazı ibadetlerde varmış ve sadece burada yerine getirilecekmiş gibi bir algının yanlışlığına dikkat çekmekte fayda var. İslam, belirli bir ibadet ve ahlaki tutum alanına hapsediliyor. Ancak gözden kaçan temel bir nokta var: Batı aydınlanması sonrası ortaya çıkan din ve yaşamı ayırma teolojisine göre şekillenen hayat biçimlerinin aksine; İslam, dünden bugüne hayatın her alanına taşınması gereken bir yaşam biçimi olma özelliğini koruyor. Sözgelimi mühendis sadece bazı ibadetleri eda ederken Allah’ı ve Müslümanlığını hatırlamayacak. Bilakis, ortaya koyduğu teknik yapılarda da Allah’ın rızası, emir ve yasaklarını gözetecek. İman-amel bütünlüğü hayatımızın her alanında var. Dini-dini olmayan diye bir ayırım; modern seküler Kartezyen bir zihnin sorumluluk anlayışıdır; Müslümanın değil. Bir hocamız, “Namaz kılmayan bir kişiye, bir topluluğa Allah rahmet nazarıyla bakar mı?” diye sorduğunda hayli irkilmiştim. Buradan hareketle “İslam’ın izzetini korumayı, Müslümanın sorumluluğunu yerine getirmeyi sadece ilahiyatçılara, imam-hatiplere, vaizlere, “hocalara”, bırakan bir kişiye, bir topluluğa Allah rahmet nazarıyla bakar mı? Yardımını gönderir mi? diye soruyorum.

İslam iktisadı, İslam bilim ve tekniği, İslam siyaseti, sosyal adalet vs. gibi bir sürü alanda biri sürü konuşma yapılıyor. İki yüz yıldan beri bunlara dair geliştirdiğimiz bir teorimiz bile yokken iyi bir çoban olamayız. Sürüyü koruyamayız. Düşüncenin olmadığı yerde yığın doğar. Cemil Meriç’in ifadesi ile “Yığın düşünmez, maruz kalır.” En büyük sorumluluklarımızın başında geliyor düşünce. Kendimizi inşa edeceksek düşünmek, düşünce üretmek zorundayız. Bunu da her şeyi bölük bölük eden Kartezyen zihinle değil; eşyanın tabiatını bütünüyle ele alan hikmetli bir zihinle gerçekleştirebiliriz. İşte o zaman pencereden baktığımızda blok duvarları, ruhsuz yapılar görmekten kurtulabilir; “Allah güzeldir, güzeli sever.” inceliğine; bu incelikten doğan sanat ve estetiğe en önemlisi de huzura yeniden kavuşabiliriz. İnsan olmanın keyfinden mahrumuz. Oysa dünyanın en güzel nimeti insan olmak. Tanımadığı birine selam vermek, çocukla çocuk olmak başka bir yaratılmışa verilmiş mi? İnsan olmanın keyfini çıkarmak da başka bir yaşama sorumluluğumuz yani.

Toparlayacak olursak: Müslüman bir birey olarak sorumluluklarımız var. Yaşamak bir sorumluluktur zira. Hayıflanmak, ertelemek yerine; mükemmeli aramak yerine az da olsa devamlı bir şekilde, -olabildiğince- ihlasla harekete geçeceğiz. İslam’ı salt bir ibadet hayatı ve ahlaki tutum görmeyip İslam’a bir bütün olarak bakacağız. Tüm bunları sağlam bir düşünce dünyasında damıtarak, fikir işçiliği yaparak, ortaya koymayı yöntem olarak benimseyeceğiz.

Evet, daha önce de kısaca işaret ettiğimiz gibi hakka yönelişin önünde ciddi engeller var. İşimiz zor. Her şey bir şekilde tüketiliyor. Hayat biçimi olarak vahyin ve sünnetin esasları değil; tüketim esasları dayatılıyor doğru. Fakat eşyanın hatta insanın bile bir şekilde tüketildiği bir dünyada “umut” hala tükenmedi, tüketilemedi. Umut hep var.
İnanıyoruz ki, Allah umutla sorumluluk bilincini yerine getirenlerle beraberdir.

Önceki ve Sonraki Yazılar