Yanlış Allah anlayışı-2
Ahmed Bican, Envâru’l-Âşikîn’de naklettiği uydurma bir rivâyette “cehennemden çıktıktan sonra cennete girecek günahkâr mü’minlerin alınlarına (هولاء الجهنميون عتقاء الرحمن) “Hâülâi’l- Cehennemiyyûne Utekâu’r-Rahmân” (İşte bunlar cehennemlikler! Rahman’ın azat ettiği kimseler!) yazısının yazılacağını, bu kimselerin gâyet melûl ve mahzun olacaklarını, cennet ehlinden utanacaklarını ve ağlayacaklarını”, bunun üzerine Yüce Allah’ın Cebrâil’e “bu yazının silinmesi emrini vereceğini” anlatmaktadır.
Kur’ân-ı Kerim’in ve Resûlullah’ın bize tanıttığı Yüce Allah’ın böyle bir yazıyı günahkâr müminlerin alnına “daha en baştan yazdırması” ve böyle bir uygulamada bulunması söz konusu değildir.
Çünkü kullarının ayıpların örten, tövbeleri kabul eden, rahmet ve mağfiret sahibi Yüce Allah’ın “cennete sonradan girecek olsalar bile” mü’minlere bu şekilde “ikinci sınıf insan” muâmelesini revâ görmesi söz konusu değildir.
Kaldı ki cennette gam, keder ve üzüntü olmayacağına göre böyle bir rivâyetin doğru olması da imkânsızdır. Çünkü böyle bir yazının o kişileri çok üzeceği açıktır; dolayısıyla böyle bir yazının yazılması da söz konusu değildir.
Ayrıca böyle bir yazının alınlara yazılmasının kime ne yarar sağlayacağını da anlamak güçtür. Cennete kıskançlık, kin ve hased gibi kötü duygulara yer olmadığına göre, tamâmen insânî duygularla üretilmiş böyle bir mizanseni, Yüce Allah’a izâfe etmek ve Resulullah’a nispet etmek doğru değildir. Görüldüğü üzere bu rivâyetin uydurma olduğunda şüphe yoktur.
Bîcan’ın naklettiği bir diğer uydurma rivâyette ise Yüce Allah’ın Hz. Peygamber’e: “Ya Muhammed! Benim dahi senin katında bir hâcetim vardır” dediği, Hz. Peygamber’in: “Ya Rabbi, Rabbin kuluna ne hâceti ola ki?” diye sorduğu, Allah’ın: “Benden ne kadar dilersen dile ki sana vereyim. Zîra ben kerim padişahım. Şol kadar vereyim ki benden razı olasın. İzzetim hakkı içün, eğer cemî halkı (yaratılmışları) benden ister isen sana vereyim” dediği haber verilmektedir.
Burada her ne kadar Yüce Allah’ın kerim, cömert, zengin ve hiçbir kimseye muhtaç olmadığı, Hz. Peygamber’in de ne kadar üstün bir elçi olduğu mesajı verilmek isteniyor olsa da, Yüce Allah’ın Peygamber’iyle “bu tarzda ve bu içerikte” bir diyaloga girmesi, Kur’ân-ı Kerim’de anlatılan peygamber tasavvuruyla bağdaşmamaktadır. Zîra herkes vazîfesini yapmaktadır. Zaten peygamberlere vaad edilen yüce makamlar bellidir ve Allah Teala elbette fazlasını da vermeye kadirdir.
Hal böyleyken Allah-ü Teâlâ’nın bir kimseye kendini bu şekilde ispatlamaya çalışması, onun bir eksikliği olduğu düşüncesini akla getirmektedir ki, Yüce Allah bütün bunlardan münezzehtir. Zaten Hz. Muhammed’in O’ndan razı olduğu, O’na gönülden inanıp teslim olduğu, geceleri ayakları şişinceye kadar ibadet etmesinden bellidir. Onun (a.s.) gâyesi; ne cennet arzusu, ne de cehennem korkusudur. Sadece risâlet görevini tam ve eksiksiz yaparak Yüce Allah’ın rızasını, sevgisini ve hoşnutluğunu kazanmaktır. Şâhit olunduğu üzerede o, bu vazifesini hakkıyla yapmıştır.
Özetle ifâde edilecek olursa, Yüce Allah’ı kişileştirerek, dolayısıyla da sınırlandırarak hâceti olan bir yaratıcı şeklinde takdim etmek, İslâm’ın ortaya koyduğu inanç esaslarıyla çelişmektedir. Dolayısıyla bu rivayet uydurmadır.
Ahmed Bîcan’ın İbn Abbas’tan naklettiği bir diğer uydurma rivâyette ise, “Hz. Muhammed’in kıyâmet günü diğer peygamberlerin “altın”dan minberler üzerinde otururken kendisinin oturmayıp beklediği, zîra eğer kendisi cennete girerse, “ümmetinin geride kalıp cehenneme konulacağı endişesini taşıdığı”, bunun üzerine yüce Allah’ın: “Ümmetine ne muamele edeyim?” diye ona sorduğu, Hz. Peygamber’in de: “Ya Rabbi! Hesaplarını kolay eyle” dediği, böylece Allah’ın onların kimini kendi rahmetiyle ve kimini de Hz. Muhammed’in şefaati ile cennete koyduğu anlatılmaktadır.
Bu rivâyette de Hz. Muhammed’in (a.s.) diğer peygamberlerin aksine “fedâkar ve cefakâr bir şekilde” ümmetini beklediği, çünkü “ondan habersiz ümmetinin bir kısmının cehenneme atılabileceği kaygısını taşıdığı” mesajı verilmektedir. Açıkça görüldüğü üzere bu mesaj verilirken böyle bir uygulamayı “Yüce Allah’ın yapabileceği zannının oluşturulması bile” korkunç bir yanlıştır. Bir peygamberin, Allah’ın adâletinden şüphe ettiği izleniminin doğmasına yol açan bu uydurma rivâyet hiç düşünülmeden nakledilmekte, dolayısıyla Yüce Allah ve Peygamber’i yanlış tanıtılmakta, ayrıca Müslümanlara yanlış bir şefaat anlayışı aktarılmaktadır.
Aynı şekilde Envâru’l-Âşikîn’de nakledilen bir diğer uydurma rivâyette ise, Hz. Peygamber ile Cebrâil arasında geçen “cehennem konulu” diyalogda “sadece kendisine verilen görevi yapmakla sorumlu olan ve günah işleme özelliği bulunmayan” Cebrâil’e söylettirilen sözlerle de Yüce Yaratıcı yanlış tanıtılmıştır. Şöyle ki, cehennemin azâbının büyüklüğü karşısında Hz. Peygamber ağlayınca Cebrâil de onunla birlikte dayanamamış ve ağlamış, Hz. Muhammed, hiç günahı olmadığı halde ağlayan Cebrâil’e bunun nedenini sormuş, o da şu şekilde cevap vermiştir: ‘Ya Muhammed hûd (zaten) Tanrının mekrinden (hilesinden, ne yapacağından) emin olmazam, azâbından korkarım (o yüzden ağlarım)’ demiştir.
Yüce Allah’ı en iyi tanıyanlardan biri olan Cebrâil’e böyle bir sözün söylettirilmiş olması, onun adının bu rivâyete maksatlı olarak karıştırıldığı düşüncesini akla getirmektedir. Zîra kural tanımayan ve her istediğini istediği şekilde yapan bir Tanrı anlayışının zihinlere yerleştirilmesine sebep olan bu uydurma rivâyeti nakletmek yanlıştır. Çünkü Kur’ân’da kendisini bizzat tanıtan Yüce Allah’ın bu şekilde davranması imkânsızdır. Dolayısıyla bu rivâyetin yahudi kültüründen etkilenen kıssacılar tarafından uydurulduğu her halinden bellidir.
Sonuç olarak Ahmed Bîcan, eserinde yanlış Tanrı tasavvurunun oluşumuna veya devamına neden olan pek çok uydurma hadise yer vermiştir. Bu uydurma hadisleri insanlara din diye anlatan “merdivenaltı din tüccarları” hala günümüzde de varlıklarını sürdürmektedir. Halkımızın ve tüm Müslümanların bunlara ve anlattıkları şeylere karşı dikkatli olmalarında kendileri açısından yarar vardır.[1] (14.09.2007)
[1] Geniş bilgi için bkz, Dr. Ahmet Emin Seyhan, Hadislerde Kıyamet Alametleri, s.75-80.