Ahmet Emin Seyhan

Ahmet Emin Seyhan

Ümmet-i Muhammed’e ayrıcalık var mıdır?

A+A-

Ahmed Bican’ın Envâru’l-Âşikîn adlı eserinde yansıtığı “Ümmet-i Muhammed’e ayrıcalık” anlayışı sakat bir anlayıştır ve böyle bir ayrıcalığın İslam’da yeri yoktur.

İlk bakışta böyle bir ayrıcalığın “zaten bulunmadığı” düşüncesi akla gelse de mesele detaylı şekilde incelendiğinde çoğu müslümanın zihninde “böyle bir ayrıcalık beklentisinin” olduğu anlaşılır.

Nitekim Ahmed Bican’ın naklettiği tövbe konusundaki uzunca rivâyette, “Muhammed ümmetinin tövbesinin ne zamana kadar kabul edileceği konusu” ele alınmakta, Cebrâil (a.s.), Muhammed ümmetinden herhangi birinin ölmeden bir yıl evvel tövbe etmesi halinde tövbesinin kabul edileceğini Hz. Peygamber’e haber vermekte, o, bu sürenin çok uzun olduğunu ve biraz daha azaltılması gerektiğini söyleyince Cebrâil (a.s.) tekrar gidip gelerek Allah’ın bu süreyi bir aya indirdiğini bildirmekte, Hz. Peygamber bu teklifi de kabul etmeyince, Cebrâil aynı şekilde gidip gelerek süreyi bir aydan bir haftaya, daha sonra bir güne, müteâkiben bir saate, en sonunda da can boğaza gelinceye kadar indirildiği bilgisini getirmekte ve nihayet can boğaza geldiğinde tövbe etse bile tövbesinin kabul edileceği” ifâde edilmekte, hemen arkasından da “bu kişinin diliyle tövbe edemese de kalbiyle tövbe etse bile bunun da kabul edilip o kişinin bağışlanacağı” anlatılmaktadır.

 Muhammed ümmetinin tövbeyi yanlış anlamasına neden olan bu uydurma rivâyet, kanaatimizce bazı müslümanları tembelliğe, uyuşukluğa, gevşekliğe, nemelazımcılığa, kolaycılığa, sorumsuzluğa ve “kulluğu ileri bir târihe erteleme hastalığına” sevk etmiştir. Çünkü tövbe için daha vakitlerinin bol olduğunu düşünen insanlar günah işlemeye devam etmişlerdir. Onların böyle düşünmesine yol açan bu ve benzerî rivayetler, müslümanların Kur’an ve sahih sünnete uygun davranmasını engellemiştir.

Bize göre ümmet-i Muhammed’e umut aşılamak veya “onları diğer ümmetlerden üstün göstermek” amacıyla uydurulan bu rivâyet “âyetler dikkate alınmadan” üretilmiştir.

Zîra ayetlere göre can boğaza geldiği zaman “zaten gayb perdesi kalkacağı ve görevli ölüm meleği/ melekleri görüleceği için” son pişmanlık asla fayda etmeyecek ve o esnada yapılan iman da tövbe de geçerli olmayacaktır.

Bu bakımdan Kur’an’da ölüm gelmeden önce Rabb’e yönelmek, O’na teslim olmak, O’nun gönderdiği öğretiye uygun hareket etmek emredildiği halde “söz konusu uydurma hadise inanıp güvenenler”, bu hazırlığı yapmayı ertelemekte, o son ânı beklemekte ve maalesef yanılmaktadırlar.

Öte yandan birkaç dakika içinde öleceğini anlayan ve hiçbir kurtuluş ümîdi kalmayan hakikat inkarcısının o an ki îmânı onu cehennem azabından kurtarmaya asla yetmeyecektir. Çünkü bu, Yüce Allah’ın bütün kulları için koyduğu ve kıyâmete kadar değişmeyecek ilahi bir kanunudur.

Ölüm anına kadar kötülük işleyip duran, ancak ölüm gelip çattığında “Şimdi tövbe ediyorum” diyenlerin tövbesi hiçbir şekilde makbul değildir.

Diğer taraftan tövbenin yanlış değerlendirilmesine yol açan ve müslümanları hatalı davranışlara sevk eden söz konusu rivâyet, kıssacıların anlatım tarzını ve uslübunu yansıtmaktadır. Kuvvetle muhtemeldir ki, “peygamberleri ve onların ümmetlerini yarıştıran bazı kimseler” ümmet-i Muhammed’in diğer ümmetlerden üstün ve ayrıcalıklı olduğunu göstermek ve onlara hava atmak amacıyla bu rivayeti üretmiş, ayrıca ümmet-i Muhammed’e ümit aşılamak amacıyla da tedavüle sokmuş olmalıdırlar.

Bilinmelidir ki Yüce Allah, adaletinin bir gereği olarak hiçbir ümmete ayrıcalık yapmamıştır ve yapmaz. Bu nedenle Hz. Muhammed ümmetine de herhangi bir ayrıcalık söz konusu değildir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim, Ehl-i kitâbın çoğunluğunun târihî süreçte sahih itikattan uzaklaşmalarının arkasında “kendilerinden olanların kurtuluşa ereceğine” inanmaları, kendilerini ayrıcalıklı ve üstün görmeleri, daha da ileri giderek “Allah’ın oğulları ve dostları” olduklarını iddia etmeleri ve nihayet kulluğu terketmeleri olduğunu haber vermiştir.

Şurası da bir gerçektir ki imtiyaz ve ayrıcalık talep etme ve kurtulmuşluk/ seçilmişlik iddiaları “tevhîd inancına aykırı” yanlış telakkîlerdir. Geçmişte Ehl-i kitâb, böyle bir inanca yöneldiği için tevhidden uzaklaşmış, şirke batmış, kendi oluşturdukları böyle bir geleneğin içine hapsolmuş, kurtuluş için bunu yeterli görmüş ve derin bir sapıklığa sürüklenmişlerdir.

İşte Kur’ân-ı Kerim, şimdiden Ehl-i kitâb’ın içine düştüğü bu yanlışlığı haber vererek “son peygamberin ümmetinin de aynı hataya düşmesini engellemek” istemiştir.

Bize öyle geliyor ki, Müslümanlar da Muhammed ümmetinden olmayı bir ayrıcalık olarak görür, yanlış değerlendirmelerde bulunur ve kendi oluşturdukları böyle bir geleneğin içine hapsolurlarsa, tıpkı Ehl-i kitâb’ın yaptığı o büyük yanlışı/ hatayı yapmış olurlar.

Nitekim İsrâiloğulları Allah ile olan sözleşmelerine aykırı davranmalarına rağmen bir “kurtulmuşluk/ üstünlük/ seçilmişlik” “hayaline/ duygusuna/ kuruntusuna” kapılmışlardır. Oysa Kitâb-ı Mukaddes, onların düştükleri bu yanlışa dikkat çekmiş, sözlerine sâdık kalanları övmüş, doğru yoldan sapan ve taşkınlık edenleri ağır bir dille eleştirmiş ve günahlarından ötürü cezalandırıldıklarını haber vermiştir.

İsrâiloğullarına herhangi bir ayrıcalığın olmadığını bizzat Kitâb-ı Mukaddes bildirdiği halde, onların hâlâ kurtulmuşluk ve seçilmişlik iddiâlarını seslendirmeleri kitaplarını tahriften başka bir şey değildir.

Zaten Kur’ân-ı Kerim, yahûdîlerin bir kısmının vahyedilmiş sözlerin anlamını çarpıttıklarını ve sözleri asıl bağlamından kopartarak spekülasyon yaptıklarını, sahih itikâdı bozmaya çalıştıklarını, bu nedenle de dünyada onları manevi bir zilletin, ahirette de korkunç bir azâbın beklediğini haber vermektedir.

Öte yandan Kur’ân-ı Kerim’de elbette ümmet-i Muhammed’in yaptıkları övülmekte, güzel vasıfları zikredilmekte, insanlığın iyiliği için çıkarılmış hayırlı bir topluluk oldukları, iyiyi emredip kötülüğü nehyettikleri, Allah’a gönülden inandıkları, dengeli ve ölçülü oldukları, bu özellikleri nedeniyle de tüm insanlığa model/ tanık/ şahit oldukları ifade edilmektedir.

Bu bakımdan nasıl Hz. Peygamber, ümmetine örnek olduysa müslümanlar da imrenilecek hayat tarzlarıyla tüm insanlığa örnek/ model/ tanık/ şahit olmak zorundadır.

Böyle örnek bir hayata sahip olmadığı halde, şeklen ve ismen Muhammed ümmetinden olmayı “bir ayrıcalık ve cehennem azabından kurtuluşun garantisi” olarak görmek doğru değildir. Kaldı ki Muhammed ümmetinden olmak bir ayrıcalık değil, tebliğ ve temsil sorumluluğunun arttığının apaçık bir göstergesidir.

Envâru’l-Âşikîn’de bir müslümanın “müttaki ve muhsin olmasa” da cennete girmek için “ümmet-i Muhammed’den olmasını yeterli gören” buna benzer pek çok uydurma rivâyet mevcuttur. Bir Müslümanın bu uydurma rivayetlere güvenerek “üsve-i hasene/ en güzel örnek” olan Hz. Peygamber gibi olmayı terk etmesi ve “ismen Muhammed ümmetinden olmayı” yeterli görmesi “kendine yapacağı en büyük zulümdür.”

Diğer taraftan Kur’ân-ı Kerim, seçilmişlik ve kurtulmuşluk iddilarıyla ortaya çıkan ve diğer toplumlara tepeden bakanları uyarmış, bu dünyada dini ve ahlâkî değerlere sahip çıkmayan toplumların yerine Yüce Allah’ın başkalarını getireceğini haber vermiş, en baştan böyle sakat bir düşünceyi reddetmiş ve ham hayallere kapılanları uyarmıştır.

Zira kendisine şahdamarından daha yakın olan Yüce Allah ile sözleşmesini unutanların âkıbetleri bellidir. İnsanın kendisine bahşedilen tüm nimetleri keyfine göre kullanıp dini ve ahlakî sorumluluğunu unutması, ümmet-i Muhammed’den olmayı bir ayrıcalık olarak görmesi, İslamî emirleri terk etmesi ve kendini tesellî etmesi yanlıştır.

Sonuç olarak, sırf Muhammed ümmetinden olmak, kurtuluş için asla yeterli değildir. İnsanlar her ne kadar mahşer yerine “peşlerinden gittikleri kimselerle birlikte” gelecek olsalar da hesabı tek başlarına vereceklerdir. Bu bakımdan Envâru’l-Âşikîn benzeri kitaplarda ortaya konulan “ümmet-i Muhammed’e ayrıcalık” iddiaları Kur’an ve sahih sünnetten hiçbir dayanağı olmayan züğürt tesellileri ve içi boş kof kuruntulardır. Bu nedenle müslümanlara düşen asıl görev, Muhammed ümmetinin diğer bütün toplumlara örnek/ rehber/ tanık/ model olacak seviyeye gelmesi için canla başla çalışmaları ve İslâm’ı tüm dünyaya doğru dürüst temsil etmeleridir.[1] (03.08.2007)

 


[1] Geniş bilgi için bkz,  Dr. Ahmet Emin Seyhan, Hadislerde Kıyamet Alametleri,  s. 87-90.

Önceki ve Sonraki Yazılar