Ahmet Emin Seyhan

Ahmet Emin Seyhan

Suçu Sadece Kadere Yüklemek Doğru mudur?

A+A-

İslam’a göre Yüce Allah’ın irade ve kudreti her şeyi kuşatmıştır. O, istemedikçe bir yaprak bile kımıldayamaz. Ezelî ve ebedî olan ilâhî sıfatlar zâtîdir ve her türlü noksanlıktan münezzehtir. Kainatta olup biten her şey, Allah katında bir anda olup bitmiş gibidir. Allah için öncesi ve sonrası yoktur. Ama insanın yaşadıklarına gelince bu, “zaman” ile bir sürece dönüşmüştür. Zira “zaman” da yaratılmıştır ve “zaman, yaratılanlar” için geçerlidir. Yaratanın ilminde her şey aşikârdır; O, zaman ve mekânın içinde değildir; O aşkındır, mütealdir.


O, her şeyin öncesini ve sonrasını bilir; Allah Teâlâ her an yeni bir ilahi tasarruftadır; her şeyi an be an yeniden yaratmaktadır; dolayısıyla insanın alnına yazılmış bitmiş kader yoktur; insanın kaderi, tercihlerine göre şekillenmekte, alnına an be an, saniye saniye yazılmaktadır. 


Maalesef insanın karşısına çıkan olaylara verdiği tepki unutulup iradesi yok sayılınca Cebriye/kadercilik gibi sakat bir anlayış ortaya çıkmıştır. Bu anlayışa göre insan kaderinin mahkûmudur; elinden hiçbir şey gelmez; rüzgârın önündeki yaprak/tüy gibidir; başına gelenlere katlanmak zorundadır. Kanaatimizce böyle bir kader anlayışını hiçbir şekilde kabul etmek mümkün değildir.


Esasen kabahatleri sebebiyle karşılaştıkları olumsuzlukları görmek istemeyen ve suçu başkasına yükleme derdinde olanlar hep “kaderciliğe” sığınmışlardır. “Takdîr-i İlâhî ne yapalım işte?” diyerek sorumluluklarından sıyrılabileceklerini zannetmiş ve yanılmışlardır.


Mesela alkollüyken araç kullanan, fakat sonunda kaza yaparak sakat kalan birisinin böyle bir sözle kendini savunmaya/avutmaya/uyutmaya kalkışması kesinlikle yanlıştır. Veya Belediye’nin haberi olmadan dere yatağına kaçak olarak yaptığı evini sel sularına kaptıran bir adamın önce; “Nerede bu devlet? Nerede bu millet” diye bağırması, ardından biraz daha aklı başına gelip sakinleşince; “Ne yapalım takdîr-i ilâhî işte” diyerek kendini avutması bir züğürt tesellisidir; selim akıl sahipleri yanında bu söylemlerin hiçbir inandırıcılığı yoktur. Böyle kimseler önce kendi yanlışlarını sorgulamalı, Yüce Allah’ı ve kaderi suçlamayı bir kenara bırakmalıdır.


İnsanlar sebepler dünyasında yaşar. Yaşananlar tabiatta Allah’ın var ettiği rasyonel sebeplerle gerçekleşir. Mesela ateş yakar, kaynamış su haşlar, su yüzme bilmeyeni boğar, yüksekten bırakılan bir madde “yer çekimi” nedeniyle aşağıya doğru hızla düşer. Güneş batıdan doğar, şiddetli soğuk dondurur, şiddetli sıcak kavurur. Bütün bu ve buna benzer sebepleri görmezden gelenler “yanlış bir kader anlayışına” savurulur ve tepetaklak olurlar. 


Tabiata var olan bu gerçekler kıyamete kadar da değişmeyecektir. Dolayısıyla kendi hatasını görmeyerek suçu kadere yüklemek doğru değildir. Bütün bu kuralların gereğini yapmayanlar yanar, haşlanır, boğulur, yüksekten düşüp ölür, soğuktan donar veya sıcaktan kavrulur. Şu halde suçlu kimdir bunun çok iyi sorgulanması gerekir. Suçlu, tedbirsiz hareket eden ve kaderi/tevekkülü yanlış anlayanlardır.


Allah Teâlâ her insanın kaderini kendi boynuna dolamıştır. (İsrâ, 17/13-15)  İnsanın başına bir iyilik gelmişse bu, Allah katındandır; kötülük gelmişse bu, kendi yapıp ettikleri sebebiyledir. (Nisâ, 4/79)
Sorumluluk sahibi olması gerekenler, yaptıkları hataları görmeyerek “kaderciliği” savunurlarsa bu, asla doğru olmaz. Mesela inşaatın demirinden ve çimentosundan çalarak kalitesiz malzeme ve işçilikle yaptırdığı bina hafif şiddetteki depremde yerle yeksan olan bir müteahhit, kabahati kendinde bulmuyor da depreme yüklüyorsa onun bu yaptığı yanlıştır.

Veya bu kişinin “altımız çürük ne yapalım?” demesi doğru değildir. Veyahut “takdîr-i ilâhî işte, ne yapalım?” diyerek suçunu örtbas etmeye kalkışmasının hiçbir makul gerekçesi yoktur. Böyle bir tavrın arkasına saklanmak hem şeytânîdir hem de Yüce Allah’a atılan korkunç bir iftiradır.

 


Aynı şekilde araştırıp sorgulamadan bu tür binaları satın alanlar da eşit derecede sorumludur. Yine kontrol görevini yeterince ve özenle yapmayıp görevlerini savsaklayan yetkililerin/teknikerlerin de sorumluluktan kurtulabilmeleri mümkün değildir. Bu bakımdan herkes suçu başkalarına atmak yerine can güvenliği için sağlam binalar yapmalı, bu tür binalarda oturmayı tercih etmeli ve bahane üretmekten vazgeçmelidir.


Gelişmiş başka ülkelerde, daha büyük şiddetteki depremlerde sağlam yapılmış binalara hiçbir şey olmazken, hep İslam ülkelerinde bu tür olayların yaşanıyor olması “yanlış kader anlayışının” tabiî bir sonucudur.

Dolayısıyla Yüce Allah’ın koyduğu kuralları çiğneyenlerin Allah’ı suçlamaya hakları yoktur. Zira kişinin kaderini büyük ölçüde belirleyen ‘bilinçli tercihleriyle ortaya koyduğu kendi söz ve davranışlarıdır; hâdiseler karşısında gösterdiği menfi veya müspet tepkileridir. Yani kişinin kaderiyle bunlar arasında doğrudan bir ilişki söz konusudur ve insanın kaderi “kişiliğiyle ve genel gidişatıyla” ayrılmaz bir biçimde ilişkilidir. 


Gönülden inanarak Yüce Allah’a teslim olan, tercihlerini hak, adâlet ve insaf ölçüleriyle yapan, sonra da dürüst ve erdemli davranışlar ortaya koyanlar güzel bir kader çizgisiyle karşılaşırlar. (Nahl, 16/97) Tersini yapanlar ise hem bu dünyada hem de ahirette “gerçek mutluluğu” asla yakalayamazlar.


Sonuç olarak, suçu Yüce Allah’a, kadere veya başka varlıklara yüklemek son derece yanlıştır. “Nasip”, “kader,” “kısmet” diyerek kendilerini avutan, hatalarını görmek istemeyen ve sebeplere sarılmayı terk edenler ancak ve ancak kendilerini aldatan gafillerdir. (25.03.2010)
 

Önceki ve Sonraki Yazılar