Şefaat nedir? Nasıl anlaşılmalıdır?
Öncelikle belirtelim ki “şefaat”, Yüce Allah’ın mutlak adalete dayanan yargılamasında -hâşâ- “Yüce Allah’ın kanaatini değiştirmeye yönelik bir girişim” asla değildir.
Bu nedenledir ki bazı âyetlerde, “gerek peygamber gerekse velilerin” kayıtsız şartsız kendiliklerinden “şefaat ve aracılık yapabilecekleri” şeklindeki yaygın ve popüler inanç reddedilmektedir.[1]
Şefaat edilmeye hak kazanmak için Yüce Allah’ın iznine ihtiyaç bulunmakta, dünyadayken O’nun varlığına ve birliğine şeksiz şüphesiz bir îmâna sahip olunması gerekmektedir.[2]
Dünya hayatında tövbeleri ve olumlu çabalarıyla, Yüce Allah’ın bağışlamasını ve rızasını kazanmış günahkârlar için, kıyâmet gününde, “peygamberlere sembolik olarak şefaat etme/ ödülü takdim etme izni” verilecektir.[3]
Büyük günah sahipleri, daha dünyadayken Allah’ın varlığına ve birliğine inanmış, günahlarına tövbe etmiş ve bunu da samimiyetle ispatlamış olmaları şartıyla, Yüce Allah’ın bağışlamasını umabileceklerdir.[4]
Böyle tövbekâr bir kula “Hz. Peygamber’in nasıl şefaat edeceğini” teşbihte hata olmazsa “bir ödül törenine” benzetebiliriz.
Şöyle ki; ödülü “takdir eden” esas makam “Yüce Allah’ın bizzat kendisidir.”
Bu ödülü hak eden kişiye “takdim eden” ise “Hz. Peygamber veya bir nebi, sıddık, şehit veya salih bir kuldur.”
Yani; şefaate karar veren “esas merci” bizzat Yüce Allah’ın kendisidir.
“Kulun affedildiği veya derecesinin yükseltildiğine” dair ödülü “takdim eden” ise Hz. Peygamber’dir. Aradaki bu fark çok ama çok iyi anlaşılmalıdır.
Özetle, peygamberlere verilecek şefaat hakkı ya da yetkisi, Yüce Allah’ın bu günahkârları bağışlamasının bir ifâdesi ve peygamberleri de onurlandırmanın bir göstergesi olarak değerlendirilebilir.
Tekrar ifade edecek olursak, burada esas unutulmaması gereken husus, şefaati “takdir edenin” Yüce Allah, “takdim edenin” ise Hz. Peygamber olduğudur. Dolayısıyla böyle bir şefaati kazanabilmek için “daha dünya hayatında iken” çok ciddî çabalar sarf edilmesi ve Yüce Allah’ın rızasının kazanılmış olması şarttır. (09.02.2007)
[1] Bakara, 2/255, “Kim şefaat edebilir O’nun katında, O’nun izni olmadan?”; Yûnus, 10/3, “O’nun izni olmadıkça, araya girip kayıracak kimse yoktur.”; Zümer, 39/44, “De ki: Şefaat (hakkını verme yetkisi) yalnız Allah’a aittir.”. Ayrıca bkz. Sebe, 34/23; Necm, 53/26.
[2] Taha, 20/109; Zuhruf, 43/86.
[3] ESED, Muhammed, s. 391, Yûnus, 10/3, 7 no’lu dipnot. Şefaati, Allah’ın mutlak adalete dayanan yargılamasında -hâşâ- Allah’ın kanaatini değiştirmeye yönelik bir girişim olarak değerlendirmek doğru değildir. Kur’an’da şefaatten söz edilmesi, şefaatçileri onurlandırmaya yönelik bir husus olsa gerektir. Bkz. ÖZSOY, Ömer- GÜLER, İlhâmi, Konularına Göre Kur’an (Sistematik Kur’an Fihristi), Fecr Yay., Ankara 2005, s. 290.
[4] Meryem, 19/87; “(Bu günde hayattayken) O sınırsız rahmet sahibiyle bir bağ, bir bağlantı içine girmiş olmadıkça, kimse şefaatten pay alamayacaktır.” Ayrıca bkz. Enbiyâ, 21/28.
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.