Şefaat Nedir? Nasıl Anlaşılmalıdır?
Her şeyden önce şunu ifade edelim ki Kur’ân-ı Kerîm, “Allah’tan bağımsız bir kayırma ve aracılık iddialarının tamamını” tümüyle ve kesin bir dille reddetmektedir.
Allah’ın reddetmediği şefaat anlayışı ise iki türlüdür (diğeri bu yazımızın konusu değildir) ve onlardan birisi şudur: Bir günahkâr kul, dünyada ve henüz yaşıyorken, günahlarını/yanlışlarını anlar, tövbe eder, imanını sağlamlaştırır ve kendini düzelterek salih ameller ortaya koyarsa, Yüce Allah ondan razı olur ve onu bağışladığının bir nişanesi olarak ödül takdir eder. İşte Allah’ın takdir ettiği o ödülü onu hak eden tövbekâr kimseye takdim etmek şeklindeki şefaat anlayışı Kur’ân’a göre mümkündür.
Şurası açıktır ki, ödülü meleklerin elinden alarak onu hak edene “takdim eden” kişi o ödülü “takdir eden” değildir. Ödülü takdir Yüce Allah’tan, takdim ise salih kullardan herhangi birisinin aracılığıyladır. Yoksa herhangi bir peygamberin, meleğin, şehidin veya hafızın yargılama esnasında araya girerek birini kayırması veya istediği birilerini cehennemden kurtarması asla ve kat’a söz konusu değildir. Böyle yanlış şefaat anlayışına sahip olanlar ciddi şekilde yanılmakta ve şefaati resmen yanlış anlamakta ve tanıtmaktadırlar. Dolayısıyla şefaati topluma anlatanların öncelikle onu doğru anlamaları, sonra da muhataplarına doğru bilgiler vermeleri gerekir.
Bu itibarla ödülü takdim edenin ödülü belirleme konusunda herhangi bir tasarrufu söz konusu değildir ve olamaz. Zaten böyle bir durum Kur’ân’ın ortaya koyduğu genel ilke ve kurallarla da çelişir. Zira hiç kimsenin aracılık, kayırma ve birilerini azaptan kurtarma yetkisi yoktur. Soy, sop, nesep, akrabalık ve dostluğun vs. geçerli olmayacağı o dehşetli günü doğru anlamaktan aciz olanların kendilerini aldatmaları bir züğürt tesellisi veya hüsnü kuruntudur.[1]
Şurası iyice anlaşılmalıdır ki, ödülü takdim eden kimsenin bizzat kendisi ödül sahibi tarafından böyle bir takdime mazhar kılınmakla onurlandırılmıştır. Bu da sağlıklı düşünenler için gerçekten büyük şereftir. Allah tarafından “takdir buyurulan o ödülü”, hak eden ümmetinden herhangi birine “törenle takdim etmesi” peygamber için bir itibardır. Ödülü hak eden kişi de sevdiği ve örnek aldığı peygamberinin elinden o ödülü almakla ayrıca onurlandırılmıştır.
Bu onurlandırmayı Allah Tealâ dileseydi sadece melekleri aracıylığıyla da yapabilirdi. Ama o böyle yapmamış, bağışlanmayı dünyadaki çabalarıyla hak eden kimseye, onun da sevdiği salih kul aracılığıyla yaparak ona değer verdiğini ve affettiğini göstermiştir.
Yani, Yüce Allah tövbekâr kuluna ödül vererek, diğerine de o ödülü takdim ettirerek ikisini de ödüllendirmekte ve onurlandırmaktadır. Yoksa bir peygamber, aziz ya da veli veya Allah’ın oğlu olduğu iddia edilen Hz. İsa, büyük günahlar işlemiş, tövbe etmeden ölmüş ve hiç pişman olmamış birisiyle Allah arasında aracılık ederek onu kurtaracak değildir. Böyle bir şefaat anlayışı Câhiliyye döneminin kalıntılarıdır. Zira âyette de ifade edildiği üzere Yüce Allah, peygamberlerin geçmişlerini de geleceklerini de (yaptıklarını da yapacaklarını da) bilir. Ki o peygamberler O’nun hoşnut ve razı olmadığı hiç kimseye şefaat edemezler. Zira o peygamberler O’nun yüceliği karşısında derin bir saygıyla titrerler.[2]
Bir başka âyette durum biraz daha açıklığa kavuşturulmaktadır. “O’nun nezdinde kendisi lehine izin verdikleri dışında hiç kimse için şefaat fayda vermez. Nihayet (kıyametin) dehşeti (ödül tevdi edeceklerin) kalplerinden giderilince (ödüllendirilenler) soracaklar: “Rabbiniz sizin hakkınızda ne buyurdu?” berikiler: “Hak neyse onu: zaten mükemmel olan da, büyük olan da sadece O’dur” diyeceklerdir.”[3]
Zira “De ki: “Şefaat(e izin verme) yetkisi tamamıyla ve sadece Allah’a aittir; gökler ve yerin mutlak otoritesi (de) O’na aittir: sonunda sadece O’na döndürüleceksiniz.”[4] âyeti göz ardı edilerek ve zayıf hadislere bakılarak oluşturulmuş yanlış şefaat anlayışıyla hareket etmek insanlığı hiçbir zaman doğru sonuçlara götüremez. Çünkü şefaat Yüce Allah’a ait bir yetkinin herhangi bir peygambere ya da salih kula devri değildir. Tam tersine Yüce Allah’ın takdir ettiği ödülün sahibine tevdiî konusudur. Hâlâ inatlaşarak bunu anlamak istemeyenler hoca müsveddeleridir/yarım hocalardır/çakma ilahiyatçılardır. Bütün bu yaşanan karmaşanın sorumlusu da tamamıyla onlardır.
Tekrar ifade edelim ki, ödülü takdir eden Yüce Allah’tır. Ödülü takdim izni verdiği kimsenin ise bu ödülün sahibini belirlemede herhangi bir dahli, kayırması veya aracılığı söz konusu değildir. Dolayısıyla ödülün asıl sahibi onu takdim eden şahıs değildir. Bu nedenle günahkâr ama tevbe ederek, pişmanlığını da ıspat ederek ölmüş birisinin bağışlandığının bir nişanesi olan ödülü sadece Yüce Allah’tan beklemesi ve umması gerekir. Ödülün gerçek sahibi ve takdir edeni olmayan kimseden böyle bir talepte bulunmak yanlıştır ve Kur’ân bunu şiddetle reddetmektedir. Kısaca ödülün kime verileceğini belirleme yetkisi sadece ve yalnızca Yüce Allah’a aittir. O da bunun kıstaslarının neler olduğunu Kur’ân’da zaten ortaya koymuştur. Zira burada da herhangi bir keyfilik yoktur. Aksine bu konuda da konulmuş ilkeler söz konusudur.
Diğer taraftan şu âyetler de yanlış şefaat anlayışını reddetmektedir: “De ki: “Allah dışında, (kendilerinde tanrısal güç) vehmettiklerinizi çağırın. Ne göklerde ne de yerde onların zerre kadar gücü yoktur; üstelik onlar bu ikisinin (yönetiminde) bir ortaklığı da sahip değiller; dahası O, onlar arasından kendisine bir yardımcı da atamamıştır.”[5]
Görüldüğü üzere bu âyeti kerîme, “Allah dostlarının, azizlerin, şeyhlerin ve din önderlerinin Yüce Allah nezdinde aracılık yapacağına ve bir ayrıcalık elde edeceklerine dair tüm tasavvurları” açıkça ve tamamen reddetmektedir. Böyle yanlış şefaat algısının oluşumuna, bu kadar açık âyete rağmen katkı sunan yarım hoca veya din tüccarlarının oturup düşünmeleri ve bu hatadan vazgeçmeleri gerekir.
Nitekim müşriklerin araya aracılar koyarak Yüce Allah’tan yardım istemelerini açıkça reddeden Kur’ân, böyle bir algıya saplanıp kalanları uyararak aracıların kendilerine şefaat edeceklerine dair mezkûr inançlarının hiçbir temele dayanmadığını ispat etmiş ve bu şefaat konusunu Kur’ân’da ele alıp açıklamıştır. Unutulmamalıdır ki, Kur’ân’ın asıl amacı şefaatın var olduğunu ispat etmek değil yanlış şefaat algı ve anlayışlarının ne kadar sakat ve problemli olduğunu ortaya koymak ve işin doğrusunu açıklamaktır.
Kısaca ifade etmek gerekirse şefaati hak etmek için günahkâr kulun Yüce Allah’ın varlığına ve birliğine şeksiz şüphesiz îmân etmesi ve daha dünyada iken günahlarına tövbe etmesi ve dürüst ve erdemli davranışlarla samimiyetini ispatlaması/göstermesi şarttır.[6]
Bu şartın gereğini yapmayanların ahirette şefaat edecek birilerini aramaları acizlik, zavallılık ve kendini aldatmadır ki bu âyetlere göre onların hiçbir şanslarının olmadığı açıktır.
Dünya hayatında iken O sınırsız rahmet sahibi Yüce Allah ile hiçbir bağlantı içine girmeyenlerin ahirette şefaatten hiçbir pay alabilmeleri söz konusu değildir.
Şefaati, Yüce Allah’ın mutlak adalete dayanan yargılamasında -hâşâ- Allah Teâlâ’nın kanaatini değiştirmeye yönelik bir girişim olarak değerlendirmek kesinlikle doğru değildir. Aksine Kur’ân’da şefaatten söz edilmesinin bir diğer nedeni, şefaatçilerin yani; peygamber, nebî, sıddık, şehit veya salih kulların onurlandırılmasına yönelik bir husus olarak görmek gerekir.[7]
Şöyle ki, ödülü takdir eden ve bu konuda nihâî kararı veren esas makam Yüce Allah’ın bizzat kendisidir. Bu ödülü hak eden kimseye takdim eden ise Hz. Peygamber, nebî, sıddık, şehit veya salih kullardan birisidir. Yani şefaate karar veren esas merci bizzat Yüce Allah’ın kendisidir. Kulun affedildiği bilgisini ona ulaştıran ve ödülü takdim eden ise peygamber ya da nebî, sıddık, şehit veya salih bir kuldur. Bu iki hususun birbirinden çok iyi ayırt edilmesi gerekir.
Bir başka ifadeyle peygamberlere veya diğer salih kullara verilecek şefaat hakkı ya da yetkisini Yüce Allah’ın bu günahkârları bağışlamasının bir ifadesi olarak değerlendirmek ve şefaati Yüce Allah’ın mutlak adalete dayanan yargılamasında -hâşâ- Allah’ın kanaatini değiştirmeye yönelik bir girişim olarak asla görmemek gerekir.
Sonuç olarak, dünyada iken hiçbir şey yapmayan, iman nedir, İslâm nedir bilmeyen, büyük günahlar işleyen ve tövbe etmeden de ölen birilerinin ahirette şefaati hak etmelerinin mümkün olamayacağını bilmeleri gerekir. Bunu açıkça söylemeyerek insanları aldatmak, sağlam olmayan dinî bilgileri, mitolojileri, uydurma rivâyetleri ve tutarsız görüşleri şaşmaz dinî doğrularmış gibi sunmak vebaldir. Dolayısıyla şefaati yukarıda açıkladığımız şekliyle değil de zayıf ya da uydurma rivâyetlere dayanarak yanlış şekilde anlayıp anlatanlar, böylece Câhiliyye kalıntılarının devamına neden olanlar mesuldürler. Onların bu problemli algıdan kurtularak Kur’ân-ı Kerîm ve sahih sünneti doğru yorumlamaya gayret etmeleri hem kendileri hem de yanlış bilgilerle oyaladıkları o kimselerin hayrına olacaktır. (10.02.2012)
[1] el-Bakara 2/254.
[2] el-Enbiya 21/28
[3] es-Sebe 34/23.
[4] ez-Zümer 39/44.
[5] es-Sebe 34/22.
[6] et-Taha 20/109; ez-Zuhruf 43/86.
[7] Ömer Özsoy/İlhami Güler, Konularına Göre Kur’ân (Sistematik Kur’ân Fihristi), (Ankara: Fecr Yayınları, 2005), 290.
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.