Ahmet Emin Seyhan

Ahmet Emin Seyhan

“Şans Eseri” Sözünün Perde Arkası

A+A-

Medyada olağandışı bir kaza haberi insanlara nakledilirken kullanılan “Şans eseri kazada ölen ya da yaralanan olmadı”, “Şans eseri kazadan yaralı olarak kurtuldu”, “Şans eseri kazayı hafif sıyrıklarla atlattı”, “Şans eseri burnu bile kanamadı” ve benzeri sözleri duymayan ve ezberlemeyen kalmamıştır. Oysa bu tür cümleler düşünülmeksizin söylenen ama ciddi sorumluluğu da beraberinde getiren sözlerdir. Çünkü böyle bir ifade tarzı problemli olup müslümanların içler acısı halini yansıtmaktadır. Zira bu sözlerin İslam’ın ilkeleriyle örtüşüp örtüşmediğinin dikkatle incelenmesi ve sorgulanması gerekmektedir.

Tesadüf ve tevafuk arasındaki o ince farkı anlamak istemeyenlerin bilerek ve isteyerek Yüce Yaratıcı’yı devre dışı bırakmaya çalışmaları doğru olmamıştır ve olmamaktadır. Onların bu söylem ve yaklaşımları halkının büyük çoğunluğu müslüman olan bir ülkenin medyasında sürekli olarak dillendirilerek “insanların algı” dünyası kirletilmekte ve fesada uğratılmaktadır. Bu bakımdan zihin kodlarına bu tarz menfî yükleme yapıldığını fark edemeyen, bunu düşünemeyen ve eleştiremeyen bir toplumun uzun vadede kötü algının bedelini ağır bir şekilde ödemesi kaçınılmazdır.

Kendilerinin dinî değerleri önemsediğini iddia eden bazı milliyetçi/muhafazakâr medya organlarının da aynı şekilde “bu tür haber verme tarzının etkisinde kaldıkları” ve aynı cümleleri papağan gibi sorgulamadan tekrarladıkları, toplumun önüne çıkan bazı örnek şahsiyetlerin de bu sözlerin tesirinde kaldıkları, düşünmeden bu cümleleri söyledikleri görülmektedir.

Oysa durum göründüğü kadar basit değildir. Olayları sadece şansa ve tesadüfe bağlayarak izah etmek, “son derece sakat ve problemli bir bakış açısının” ürünüdür. Bu nedenle herkesin sözlerine dikkat etmesi gerekmektedir. Küllî ve cüzî iradeyi devre dışı bırakan, Yüce Allah’ın her an, her saniye ve her salise yaratmaya devam ettiği inancını[1] içselleştiremeyen ve Yüce Allah’ın inayeti, lütfu, fazlı, rahmeti, bereketi ve mağfiretini göz ardı edenlerin böyle bir dil kullanmaları belki onlar açısından normal görülebilir. Ancak Allah’a ve ahiret gününe inandığını ve dindar olduğunu söyleyenlerin bütün bu hassasiyetlerini unutarak eleştirel bir bakış açısıyla meseleyi ele almamaları, Kur’ân ve sahih sünnete göre bu durumu değerlendirmemeleri de son derece üzüntü verici bir durumdur.

Nitekim şansa ve tesadüfe yer olmadığı ve olamayacağı, dünyada yaşanan her şeyin küllî bir planın ve cüzî iradenin bir parçası ve sonucu olduğu, insanın kendi yaptığı eylem, söylem ve davranışlarının kendi yaşantısını büyük oranda etkilediği ve etkileyeceği, başkalarının onun hakkındaki dua, beddua ve temennilerinin onun kader çizgisinin şekillenmesinde etkin bir rol oynadığı ve oynayacağı inancını göz ardı etmek İslam’ı anlamamak ve doğru değerlendirememek olacaktır.

Eğer durum bizim dediğimiz gibi olmasaydı, insanların imtihan edilmek üzere bu dünyaya gönderilmelerinin de hiçbir anlamı olmazdı. Yine insanın Rabbine dua etmesinin bir anlamı kalmazdı. İbadetlerin ve sorumlulukların öneminden bahsetmek manasız olurdu. Cennet ve cehennemin varlığından ve oraları hak edecek kimselerin davranışlarından bahsetmek imkânsız hale gelirdi. Yazılmış bir senaryonun figüranları olduklarını, buna müdahil olamadıklarını iddia eden ve insanın iradesini hiçe sayanların ellerine büyük bir koz verilmiş olurdu. Yine bu tür safsataları yayan ve inkâra yönelen, sağlıklı düşünmeyi reddeden küstah ikiyüzlülerin elinde dinî değerler oyun ve eğlence aracı haline dönüştürülebilirdi.

Dolayısıyla bilmek gerekir ki, insanların kaderlerini büyük ölçüde belirleyen kendi yapıp ettikleridir; sözleri, duaları, samimiyetleri ve hâdiseler karşısında takındıkları tutumları, büyük konuşmaları veya isyanlarıdır.[2] Hayata bakışları, karakterleri, kişilikleri, tavırları, davranışları, tepkileri, niyetleri, duygu ve düşünceleri, başka insanlarla ve tabiatla kurdukları her türlü ilişkileridir. Sorumluluklarının gereğini yerine getirip getirmedikleridir.[3] İstikamet üzere olup olmadıklarıdır.[4] Arzu, istek ve beklentilerini kontrol edip etmedikleri, Yüce Allah ile manevi anlamda yakınlaşıp yakınlaşmadıkları ve bu birlikteliği derinleştirip derinleştirmedikleridir.[5]

Bütün bunları görmeyerek meseleleri sadece “kör bir tesadüf” veya “şans” ile değerlendirmek ne Hz. Peygamber’i ne de İslam’ı doğru anlamak olacaktır. Algı ve düşünce dünyaları bu şekilde bozulmuş, İslam’ın ilkeler/değerler sistemini doğru kavrayamamış insanların hâdiseler karşısında “şans ve tesadüf masalına” inanıp dayanmaları, meseleyi basit ve düz mantıkla ele alıp değerlendirmeleri ve “yanlış bir kader anlayışına” sürüklenmeleri/ yönelmeleri son derece sakıncalıdır. Oysa bilinmelidir ki, insanların ve toplumların yaşadıkları her olay, ya kendi yapıp ettiklerinin doğal bir sonucu[6] ya da Yüce Allah’ın lütfu, mağfireti, uyarması, ikazı ve rahmetinin neticesinde gerçekleşmektedir.[7]

Her insan, başından geçen olayları böyle bir gözle değerlendirmek durumundadır. Şans ve tesadüf sonucu bunun gerçekleştiğini düşünmek, Yüce Allah’ı ve O’nunla olan ilişkisini hiç hesaba katmamak ve O’nu görmezlikten gelmek bir mü’mine asla yakışmaz. “Lütfunda hoş, kahrında hoş!”, “Allah var, keder yok!” “Rabbim sen nasıl sever ve istersen öyle olsun!” ve “Rabbim hakkımda hayırlı olanı lütfet!” diyecek manevî olgunluğa ulaşmak için gereken çabayı sarf etmeyenlerin başkalarını suçlamaları, ya da bu konuları anlamayı şansa, uğursuzluğa, şeytana, tabiata ve tesadüfe havale edip tefekkürden, teakkuldan, tezekkürden, tefekkuhtan ve tedebbürden kaçınmaları ve giderek sekülerleşip dünyevîleşmeleri son derece yanlıştır.

Bu bakımdan “tevafuk” nedir anlamak istemeyen, “kaderle” ilgili âyetleri doğru değerlendiremeyen, Allah’ı unutan ve umursamayan, Allah’ın kullarına bağışladığı “ilahî lütuf ve keremi” doğru okuyamayan, dünyada bulunuş gayesini anlamak ve öğrenmek için hiçbir gayret sarf etmeyenlerin “suçlamaları gereken” öncelikle kendileridir.

Yüce yaratıcının ihmal etmediğini (kendi haline terk etmediğini) ama imhal ettiğini (mühlet verdiğini/zaman tanıdığını) kavramak istemeyen birisinin “kaderi” ve “şansı” doğru anlayıp değerlendirebilmesi zaten mümkün değildir.[8]

Bir büyük sıkıntıdan kurtarılan insanın bu imtihan neticesinde kendisinden beklenilenleri hâlâ yerine getirmeyerek eski yaşantısına dönmesi ve kendisine bahşedilen bu fırsatı heba etmesi doğru değildir.[9] Yaptığı bir iyiliğe karşılık olarak bu dünyada yaşayacağı bir sıkıntıyı, kazayı, ezayı, cefayı, belayı, musibeti “hafif şekilde atlatmasını” veya ağır bir yükten daha kolay kurtulmasını “bir lütuf ve ihsan” olarak görüp ona göre hareketlerine çeki düzen vermeyen ve bunu sadece “şans ve tesadüfe” bağlayan birisinin uzun vadede “manevî planda” kaybedeceği aşikardır.

Örnek vermek gerekirse, kendi tedbirsizliği ve dikkatsizliği sonucu kaza yapan, ama bunu küçük sıyrıklarla atlatan birisi, bunun Yüce Allah’ın bir lütfu, fazlı, ikazı ve keremi sonucu gerçekleştiğini, kendisi için bunun ciddi bir uyarı olduğunu kabul eder ve buna göre olumlu anlamda bir değişim ve dönüşümü kendi iç dünyasında başlatabilirse, yaşadığı o kaza onun için hayra ve günahlardan kurtuluşa bir vesile olabilir. Ama hâlâ bu yaşadığını şansa ve tesadüfe bağlayarak başına gelenden gereken dersi çıkarmazsa kendine yazık edebilir. Sonuçta ise Yaratan’la ilişkisini zedeler, yıpratır ve bozar. Dolayısıyla her an imtihan olduğu bilen birisinin başından geçenleri Kur’ân-ı Kerîm ve sahih sünnetin ilkeleri ışığında değerlendirmesi kendi lehine olur.

Medyanın sürekli kullandığı bu problemli ifade tarzının yanlışlığına bu şekilde işaret ettikten sonra, konuyla ilgili tekliflerimizi şöyle ortaya koymamız hem akıl ve mantığın hem de ilkeli ve tutarlı olmanın bir gereği ve sonucudur:

 “Olağandışı bir kaza haberi” topluma aktarılırken şu şekilde ifade tarzlarının kullanılması bize göre en doğru olandır: “Yüce Allah’ın lütfu ve koruması sonucunda kazada ölen ya da yaralanan olmadı”, “Ulu Allah’ın lütfu ve merhameti sayesinde kazadan yaralı olarak kurtuldu”, “Rabbimizin inayeti ve esirgemesi sonucu kazayı hafif sıyrıklarla atlattı”, “Allah’ın yardımı sonucu kazadan burnu bile kanamadan kurtuldu” şeklinde ifade etmek hem Kur’ân’a hem de sahih sünnete daha uygun olacaktır.

Diğer taraftan burada şöyle sorular akla gelebilir. “Acaba bir kimse kazada ölür ya da ağır yaralı olarak kurtulursa bu durumda neler söylenecektir? Böyle bir durumda bu kimseler hakkında nasıl bir dil kullanılacaktır?”

Her şeyden evvel şunu belirtelim ki, kimin, ne zaman, nerede ve nasıl öleceğini sadece Yüce Allah bilir. İnsana düşen tedbiri almak, her an ölüme hazırlıklı olmak ve takdiri sadece Yüce Allah’a bırakmaktır. Bizim bu makalemizin konusu, “kazadan hafif sıyrıklarla ve hafif yaralı olarak kurtulanlarla” ilgilidir. Ölenler zaten ömürleri tükendiği için gidecekleri yere -isteseler de istemeseler de- gitmişlerdir. Onlara Yüce Allah’tan rahmet dilemek gerekir. Ancak hayatta kalanlara ise “bir mühlet verildiği” anlaşılmaktadır. Yani, ağır yaralı olarak kurtulanlar için de imtihan aynen devam etmektedir. Onlar da iyileştikleri anda kaldıkları yerden imtihana devam etmek durumundadırlar. Kim bilir bu hayatta kalışları belki onlar için bir lütuf ve çok iyi bir fırsattır. İşte bu lütfu doğru değerlendirmek ve “şans” ile karıştırmamak gerekir. Zaten bu anlamda bir şans kavramı İslam’ın ilkeleriyle de bağdaşmamaktadır.

Ayrıca bir insanın ölümü onun için hayırlı olacaksa Allah’tan ölümü istemesi, yok eğer yaşamak onun için hayırlı olacaksa yaşamayı istemesi normaldir. Zira gaybı bilen ancak ve ancak Allah’tır. Dolayısıyla “kazada ölenler ya da ağır yaralananlar” hakkında “Allah’ın lütfu ve merhameti sonucu öldü ya da ağır yaralandı” demek zaten doğru değildir. Kaldı ki bunu kimsenin de bilmesi mümkün değildir. Tekrar altını çizelim ki, bizim yazımızın konusu “olağanüstü durumlarda kazayı hafif şekilde atlatanlarla ilgili kullanılacak bir dilin nasıl olması” gerektiğidir.

Umarız aradaki bu ince ayrıntı çok iyi anlaşılmıştır. Zira bunu fark edebilmek için de ciddi bir mesai harcanması ve sağlam muhakemeyle meselelere bakılması gerekmektedir. Ayrıca, sorduğu bir sorunun cevabını anlamak için hiçbir çaba sarf etmeyen, zihnindeki şüpheyi gidermek için kafa patlatırcasına düşünmeyen ve araştırmayan kimsenin de aklıselim ile düşünemediği ve şeytanın ayartmalarına kendini açık hale getirdiği de bir başka gerçektir. Bu itibarla, böyle yapan kimselerin çok dikkatli olması ve aklına takılan soruları “doğru kişi ve kaynaklardan öğrenmeye” özen/çaba göstermesi elzemdir. Tersini yapan ve “kafalarındaki enkaz yığınıyla” gerçekleri anlamaya çalışanlar haklı uyarıları ve doğru tespitleri bir türlü anlayamayacak ve sadece kendilerine yazık edeceklerdir.

Öte yandan, “Mucize eseri kazadan sağ kurtuldu” sözünün de doğru olmadığı anlaşılmaktadır. Zira bu olağandışı hadiseyi gerçekleştiren Yüce Allah’ı ve onun iradesini devre dışı bırakan ve O’ndan hiç bahsetmeyen bu tarz bir söylem ve ifade biçimi bize göre problemlidir. Mesajlar topluma her zaman insanların doğru anlayacağı şekilde açık, net ve berrak bir şekilde verilmelidir.

Sonuç olarak, özellikle medya organları başta olmak üzere topluma dinî konularda bilgiler veren ve rehberlik eden kimselerin olağanüstü gelişmeleri insanlara aktarırken bu yanlış, sakat ve sakıncalı ifade tarzlarını yeniden gözden geçirmeleri ve önerdiğimiz söylemleri ve bulunabilecek daha uygun olanları kullanmaya başlamaları son derece yerinde ve sağlıklı olacaktır. Bu samimi uyarımızı ciddiye alarak gereğini yapanlar, bunu zaten kendi iyilikleri için yapmış olacaklardır. Ancak inatla meseleyi anlamak istemeyenler ise “kaderi” doğru anlamamaya devam edeceklerdir. Onların Kur’ân’ın genel ilke ve esaslarını, maksadını ve amaçlarını kavramak yerine hâdiseleri “şans ve tesadüf” kavramlarıyla açıklamaya çabalamaları da son derece komik ve çocukça bir yaklaşım olarak kalacaktır. Ancak tekrar belirtelim ki, günün birinde bu kimseler imtihanı kaybettikleri ve ne kadar büyük bir yanlış yaptıklarını anladıklarında suçlamaları gereken “karşısına geçtikleri aynada” kendilerine görünen o şahıstan başkası olmayacaktır. (09.04.11)

 


[1] er-Rahman 55/29; el-Fatır 35/1.

[2] Muhammed 47/31.

[3] el-İsrâ 17/13-15.

[4] el-Fussilet 41/46.

[5] el-Hac 22/74; ez-Zümer 39/67.

[6] Rum 30/41.

[7] et-Tegabün 64/11; el-Hadid 57/22; el-Hac 22/11; ez-Zümer 39/8, 49.

[8] Ali-İmran 3/140.

[9] Yunus 10/22-23.

Önceki ve Sonraki Yazılar