Ahmet Emin Seyhan

Ahmet Emin Seyhan

Rabbin Yoluna Nasıl Davet Edilir? Saçmalıkla, Öyle mi?

A+A-

İslâm’ı bir bütün olarak, eksiksiz ve doğru bir şekilde öğrenme ve anlama gayretinde olmayan, kendilerini çok iyi yetiştirmeyen, buna rağmen irşâd hizmetine soyunan bazı çakma ilahiyatçı, yarım hoca, merdivenaltı din tüccarı ve hoca müsveddelerinin yaptıklarından sorumlu olacaklarını yazdığım ve bazı yapıcı eleştirilerde bulunduğum “son köşe yazıma” bir okuyucum güzel bir hatırasıyla katkıda bulunmuş, sonra da güzel bir soruyla fikrini ortaya koymuş. Bunu görünce çok mutlu oldum. Veysel isimli bu okuyucum kısaca şunları yazmış:

“Hocam! Din görevlileri olarak katıldığımız bir seminerde konuşmacılardan bir hocamız yaşadığı olayı bize anlatırken şöyle dedi: “...Camide bir hoca, vaaz ediyordu. Uydurma hadisleri anlatıyordu. Ben de vaazı dinliyordum ve kendi kendime oğlumun duyacağı kadar hafif bir sesle dedim ki, ‘İyi ki bu insanlar bu vaazları dinleyerek dinden uzaklaşmıyorlar.’ O sırada hocamızın yanında bulunan oğlu da babasına şöyle demiş: ‘Merak etme baba! Zaten kimse dinlemiyor’…” Okuyucumun de belirttiği üzere seminere katılan din görevlileri hoca ile oğlu arasında geçen bu diyaloğu işitince herhangi bir tepki göstermemiş, sessizce anlatılanları dinlemiş, biraz da canları sıkılmış…

Fakat bu konuşmacıdan hemen sonra kürsüye çıkan bir başka hoca ise; “Arkadaşlar! Konuşacaksınız! İsterse saçmalık olsun! Bu millete saçmalık da olsa anlatmaya devam edeceksiniz!” dediğinde ise bu sefer (aynı din görevlilerinden) çılgınca bir alkış (tufanı) kopmuş… Elleri  patlarcasına alkışlamışlar ‘saçmalık da olsa anlatacaksınız’ diyen hocayı…

Muhterem hocam! Tabi ki bu olay nedense bana biraz ibretlik geldi... Acaba bu iki farklı tepkinin asıl anlamı/sebebi sizce neydi? Ne olabilir? Bunu açıklar mısınız?” (Veysel)

Veysel adındaki bu değerli okuyucu toplantıda yaşananları çok güzel özetlemiş.

Yaklaşık çeyrek asır Diyanet İşleri Başkanlığı’nda farklı statülerde kendileriyle birlikte görev yaptığım o arkadaşların/din görevlilerinin “o tepkilerinin ne anlama geldiğini” herhalde benden daha iyi bilecek bir başkası yoktur.

Bana göre bu iki farklı tepkinin asıl nedeni şu olabilir:

Birincisinde kendilerine yönelik haklı bir eleştiri vardır ve o eleştiriyi yapan üst düzey yetkili onları akademik bir dille ve nazikçe uyarmaktadır. Onların daha çok okumalarını, düşünmelerini, sorgulamalarını istemektedir. Yanlış bilgileri insanlara anlatmanın vebal olduğuna dikkatleri çekmektedir. Toplumun da bilgi seviyesinin yükseldiğini, artık bazı şeyleri onların da bildiğini ve tavır koyduğunu ima etmektedir. Artık onların da yaptıkları vaazların dinlenmediğini, vatandaşı tatmin edemediklerini söylemeye çalışmaktadır. Ama bu zevatın (din anlatıcılarının/çakma hocaların) canları bu duruma sıkıldığı için seslerini o an çıkartamamışlardır. İşlerine gelmediği için bu yapıcı tenkitlere sessiz kalmayı tercih etmişlerdir. Adeta kulaklarını tıkamış, “Konuşur ve tepki gösterirsek belki başımıza bir şey gelir, soruşturma açılır” endişesiyle de öfkelerini içlerine atmışlardır.

Ancak ikinci konuşmacı ise tıpkı kendileri gibi düşünen, akla değil duygularına hitap eden, tembelliğe çağıran, popülizm yanlısı “sözde din âlimi/hoca müsveddesi” ise o söyledikleriyle bir çuval inciri berbat etmiştir. Birincinin yaptığı tüm güzel uyarıları geçersiz ve değersiz kılmıştır. Bence insanlara “Saçmalıkta olsa anlatacaksınız” diyen bu sözde hoca/ din bezirgânı zavallının tekidir. O din anlatıcıları ise kendileri gibi düşünen bu zavallıya ve onun aptalca savunmasına sahip çıkmış, desteklerini ise “çılgınca alkışlayarak” göstermiş, böylece kendilerini iyi niyetle eleştiren birinci hocayı adeta psikolojik baskı altına almaya çalışmışlardır.

Oysa onların bu yaptıkları büyük bir hata ve sorumsuzluk örneğidir. Zira hiçbir kimsenin vaaz kürsülerinde bu millete saçmalık anlatmaya hakkı yoktur. Televizyon ve radyolarda millete uydurma hadisler, efsaneler ve masallar nakletmeye yetkisi yoktur. Bu bakımdan böyle zavallılara sadece acımak gerekir.

Tahminime göre o din anlatıcılarının çoğunluğu okumadan, araştırmadan, kulaktan dolma yalan yanlış bilgileri, uydurma hadisleri, mitolojileri insanlara anlatmaktan memnun olanlardır. Hayat boyu öğrenmeden ve sürekli kendini yenilemekten nefret edenlerdir. Fakülte veya İmam Hatip Lisesi biteli yıllar olmuştur ama artık onlar bir kitabı baştan sona okumamışlardır. Bir âyet ya da hadisin yorumunu farklı kaynaklardan araştırma ihtiyacı hissetmemişlerdir. Çünkü araştırmak zaman ister. Emek ister. Ter dökmek ister. Uykusuz kalmak ister. Zevkleri ötelemek ister. Bedel ister. Farklı sonuçlara ulaştığında ise kıskançlara, aklı kıt olanlara ve hasetçilere rağmen anlatmayı ve onlarla mücadele etmeyi göze almak ister.

Oysa işin kolayına kaçan bu sorumsuzların okumaya zamanları yoktur. Onlar sadece film seyrederler. “Din elden gitti” diye bas bas bağırırlar. “Ülke satıldı” diye çır çır çığırırlar. Dedikodu eder ve sağa sola laf taşırlar. Görevlerini adam gibi yapmaz ama yapanları eleştirirler. Bir de yattıkları yerden para kazanmanın verdiği rahatlıkla bu millete saçmalık anlatmayı marifet zannederler. Onlar sanki Kur’ân’ın şu buyruğundan habersiz gibidirler. 

“[Bütün insanlığı] hikmetle ve güzel öğütle Rabbinin yoluna çağır ve onlarla en güzel, en inandırıcı yöntemlerle tartış; şüphesiz, O'nun yolundan kimin saptığını en iyi bilen senin Rabbindir ve yine doğru yola erişenleri de en iyi bilen O'dur.”[1]

Görüldüğü üzere bu âyet, hikmet ve güzel öğütlerle tebliğ faaliyetinin yapılmasını istiyor. Saçmalık anlatarak değil... En güzel metodu, en inandırıcı ve makul yöntemi tavsiye ediyor. Saçmalık anlatmayı değil... Saçmalık anlatanların nasıl saptığını, hakkı ve hakikati anlatıp yaşayanların nasıl doğru yola eriştiğini en iyi bilenin Allah Teâlâ olduğunu söylüyor...

Dolayısıyla din adına saçma sapan şeyleri millete anlatmaya devam edenlere bunun ahirette hesabı mutlaka sorulacaktır.[2]

Madem öyle aynı konuyla ilgili bir hatıramızı da biz paylaşalım.

2012 yılıydı. Karadeniz’in şirin bir ilinde 120 kadar vaiz Diyanet İşleri Başkanlığı’nın düzenlediği bir seminere katılmıştık. 10 gün boyunca süren seminerde konunun uzmanlarını dinledik. Ben kendi adıma çok faydalandım. Seminerin sonlarına gelindi. Herkes bir konuda hazırladığı 5 dakikalık konuşma yapıyordu. Sıra bana gelmişti. Sahneye çıktım. Beş dakika içinde anlatacaklarımı elimdeki mikrofonla, yansıtıcı ve slayt yardımıyla anlatmaya başladım. “Zikir”, “salat” ve “keyd” kelimelerinin “farklı anlamlarıyla ilgili” değişik tefsir ve meallerin konuya bakışını izah eden bir konuşma yaptım.

Hazırladığım slaytları sahnedeki perdeye yansıtarak izleyicilere de görme imkânı sundum. Onlar âyetleri ve farklı tercümeleri bizzat slayt yardımıyla gördüler. Böylece muhtelif meallerin karşılaştırmalarını yakından müşahede ettiler. Ancak çok beğendikleri bazı meallerin hatalarını görmek onları kızdırdı. Daha konuşmam bitmeden salonda homurtular yükselmeye başladı, sataşmalar oldu, bağırıp çağıranlar bile vardı. Hakaretler de havada uçuşuyordu. Oturum başkanı olan İstanbul’un meşhur ilçesinin vaizi ve bir tarikatın da halifelerinden olan “sözde din görevlisi” daha sürem dolmadan beni susturmak istedi ve mikrofonumun sesini kapattı. Ama ben vazgeçmedim. Sahnede sesimi yükselterek konuşmamın geri kalan bir dakikasını da kullandım ve sunumumu tamamladım. Salonda cılız bir alkış vardı. Gülümseyerek yerime oturdum.

Vaizlerden oluşan seyircilerin çoğu hala sakinleşmemişti. Sevdikleri meal yazlarını savunma derdine düşmüşlerdi. Söz alanlar oldu. İtiraz ettiler. Kızgındılar. Meallerdeki yanlışlara sarılarak İslam’ı savunduklarını zannediyorlardı. Hatalarına mazeret bulma derdindeydiler. Gerçekleri görmek istemiyorlardı. Eleştiriye kapalıydılar. Bunun üzerine ben de cevap hakkımı kullanmak istedim. Elimi kaldırdım. Ama Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan gelen üst düzey yetkili bana susmam yönünde eliyle işarette bulundu ve mikrofonu kendisi aldı. “Arkadaşlar, İşte ben böyle bir sunum istiyorum, bu arkadaşı tebrik ederim, çok güzel hazırlanmış, ben çok istifade ettim. Teşekkürler!” dedi.

Neyse yetkili bu kişi, bana teşekkür edince ortalık biraz durulur gibi oldu, oturuma ara verildi. Çay molasına geçildi. Bana daha önce selam verenlerin hiçbiri artık selam vermiyordu. Çoğunluk dövecek gibi bakıyordu. Küsmüşlerdi. Darılmışlardı. Ama bazı gençler yanıma geldi. “Hocam harika bir sunumdu”, “Çok faydalandık”, “İyi ki anlattınız bunları”, “Hiç bu yönünü düşünmemiştik” dediler. Bazı yaşlı vaizler de yanıma geldi. “Muhteşemdi, çok güzeldi”, “Ne güzel söyledin öyle!”, “Tamamen haklısın, tebrikler!!! Allah razı olsun” dediler. Ama orta yaşın üstünde olanlar hala dik dik bakıyorlardı. Bu arada bazı genç vaizler de orta yaşlıların baktığı gibi bana dik dik bakıyorlardı. Sanki beni dövmek ister gibiydiler. Demek ki mesele yaşlılık ya da gençlik meselesi değildi. Mesele, kafa meselesiydi, zihniyet meselesiydi, bakış açısı sorunuydu, birikimdi, samimiyetti, Yüce Allah’a karşı sorumluluk bilincinin derinliğiydi.

Daha sonra yemeğe geçildi. O vaiz arkadaşların çoğu hâlâ bana selam vermiyordu. Oysa sabah her biriyle selamlaşmıştık. 10 gündür ne kadar da iyi idik. Ne olmuştu birden bire böyle? Ne mi oldu? Ben biliyorum... Açıklayım...

Çünkü ben o konuşmamla onları sorumluluğa çağırmıştım. Okumaya, araştırmaya ve tenkide davet etmiştim. Sorgulama ve kritik-analitik düşünmeden bahsetmiştim, vebal uyarısı yapmıştım. “Uydurma şeyleri anlatmayın!” demiştim. Meallerdeki ciddi hatalara dikkat çekmiştim. “Uydurma rivâyetleri Hz. Peygamber’in adını vererek nakletmeyin!” demiştim. “Hz. Peygamber’e iftira atmayın, atanlara aracılık etmeyin!” demiştim. “Sorumluluğunuzu bilincinde olun!” demiştim. “Körü körüne yanlış şeyleri nakletmeyin!” demiştim. “Hatada ısrar etmeyin!” demiştim.

Toparlayacak olursak, öyle tembel, bağnaz, yobaz, fanatik, tarafgir, cahil din anlatıcıları Kur’ân-ı Kerîm ve sahih sünnetin hedef, gaye, ilke, amaç ve maksadını anlamadıkça hem onların hem de onları dinleyen ve inananların işi çok zor. Kanaatimce herkes dönüp kendine bakmalı. Haklı eleştiriden nasibini almalı. Aksi takdirde ahiret günü hesaplarının çok çetin geçeceğini de bilmelidir.

Nitekim bize inanmıyorlarsa Kur’ân’a ve sahih hadislere bakmaları yeterlidir. Çünkü bu dünya hayatı boş ve anlamsız değildir. Deruni bir anlam ve amaç üzere yaratılmıştır. Kimsenin yaptığı da yanına kalmayacaktır.[3] Âyetleri birlikte okuyalım.

“…Öyleyse, artık her kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, dürüst ve erdemli davranışlar ortaya koysun…”[4]

“Yine de her kim, hem inanmış, hem de dürüst ve erdemli davranışlardan (bir şeyler) ortaya koymuşsa, onun bu çabası asla ziyan edilmeyecektir; çünkü hiç kuşkusuz Biz bunu onun lehine kaydetmekteyiz.”[5]

“Kim doğru ve yararlı bir iş yaparsa, kendi iyiliği için yapmış olur ve kim de kötülük işlerse kendi aleyhine işlemiş olur: Allah hiçbir zaman kullarına haksızlık yapmaz.” [6]

“Her kim doğru ve uygun bir şey yaparsa kendi iyiliği için yapmış olur; kim de kötülük işlerse kendi aleyhine işlemiş olur ve sonunda hepiniz Rabbinize döndürüleceksiniz.”[7]

Sonuç olarak, vazifesinin hakkını veren bunu kendi iyiliği için yapmış olur. Ama yaptığı işin hakkını vermeyen ve aldığı maaşı helal ettiremeyen birisi de bunu kendi aleyhine yapmış olur. Böyle kimseler, “keşke”lerinin ahiret günü onlara hiçbir fayda sağlamayacağını bilmek istiyorlarsa yapmaları gereken Kur’ân’ın söz konusu âyetlerine bakmaktır. (25.01.2013)

 

[1] en-Nahl 16/125.

[2] el-İsrâ 17/36; et-Tekâsür 102/8.

[3] el-Âl-i İmrân 3/191; el-En’âm 6/32; Yunûs 10/5; el-Enbiyâ 21/16; Sa’d, 38/27; el-Ahkâf 46/3; et-Teğâbûn 64/3.

[4] el-Kehf, 18/110.

[5] el-Enbiyâ 21/94.

[6] el-Fussilet 41/46.

[7] el-Câsiye 45/15.

Önceki ve Sonraki Yazılar