Ahmet Emin Seyhan

Ahmet Emin Seyhan

Naipaul, Sömürge Aydınları ve İfade Özgürlüğü

A+A-

2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı’nın desteklediği, 25-27 Kasım 2010 tarihleri arasında İstanbul'da yapılan Avrupa Yazarlar Parlamentosu toplantısına “onur konuğu” olarak V.S. Naipaul’un davet edilmesi son derece yanlış bir karar olmuştur.

Çünkü Mr. Naipaul, İslam’ı aşağılayan (eleştiren değil) ve müslümanlara nefret dolu ifadelerle hakaret eden bir zavallıdır.

Ona göre İslam “bütünüyle yararsız coşku uyandıran bir bağnazlık dinidir.” İslamiyet'te yalnızca olumsuzluklar ve kötülükler vardır. Müslümanlar ise “geri zekalı”, “aptal”, “yaratıcı özellikleri olmayan”, “geri kalmış insan türünün en utanç verici örneği” ve “hiçbir şeyi başaramayan beceriksiz bir güruhtur.”

Bu sözde aydın 17. yüzyılda Hindistan'da gerçekleşen ve sayısız müslümanın ölmesine sebep olan Babür Camii’nin bombalanması katliamından “yaratıcı tutku” (creative passion) diye bahsedecek kadar İslam’dan ve müslümanlardan nefret eden aşağılık ve gözü dönmüş bir yazardır.

Böyle düşündüğü ve yazdığı için olsa gerek Nobel Ödülü’yle ödüllendirilmiştir. İşte böyle bir zavallıyı “onur konuğu” olarak ülkeye çağırmak büyük bir hatadır. İslam’ı aşağılayan ve müntesiplerine nefret dolu sözlerle hakaret eden bu pespaye adam yüz bin tane Nobel Ödülü de alsa “nefret suçu işleyen”, “kültürel ırkçılık yapan faşist biridir” ve ona ancak hak ettiği kadar değer verilmelidir.

Naipaul aşağılık kompleksiyle malul tipik “sömürge aydınıdır”; Trinidad'a göç etmiş Hindistan kökenli bir ailenin çocuğudur. Oxford’da okumuş “bir İngiliz centilmenidir”; İngiltere Kraliçesi'nden soyluluk unvanı almış ve ona “Sir Vidiadhar” diye hitap edilmektedir.

Mr. Naipaul, sadece İslamiyet’e karşı nefret duygularıyla dolu biri olmanın ötesinde kolonyalist ve emperyalist kimliğe de sahiptir. Kısaca Naipaul, devşirilmiş bir “sömürge aydınıdır.” Onun böyle el üstünde tutulmasının temel nedeni “içinden çıktığı toplumun değerlerine sırf efendilerini mutlu etmek için” kuyruğunu sallayarak ve önüne atılacak kemiği bekleyerek “alçakça, adice ve küstahça” saldırmasıdır.

O, kendi yerli ve mağdur kimliğinden nefret eden, kimliğini emperyalist Batı'nın kimliğiyle özdeşleştiren ve Batılılar tarafından ezilmiş ve sömürülmüş milletlere neredeyse tiksinerek ve iğrenerek bakan biridir. (Maalesef ülkemizde de bunun gibi aydınlardan bol miktarda vardır ve hepsinin zihniyeti Naipaul’la tıpa tıp aynıdır.)

Naipaul'un “normal bir yazar” değil de “onur konuğu” olarak davet edilişini “hoşgörü” adına savunanlar aslında “hoşgörüyü” zerre kadar anlamamış “sözde liberallerdir.” Zira İslam’a ve onun müntesiplerine hakaret eden birini “onur konuğu” yapıp ülkeye davet etmek hoşgörü değil halkın dini değerlerine saldırı, aşağılama, tahkir ve alay etmeyi normal görme, gösterme ve onaylama gayretidir.

Oysa İslam, beş şeyin korunmasını emretmektedir; bunlardan birisi de “dinin korunması” ilkesidir. Bu prensibi göz ardı etmek ve hoşgörü ilkesinin arkasına sığınarak “dini değerlere savaş açılmasına göz yummak” doğru değildir.

Hz. Peygamber ile alay eden karikatürler çizen Danimarkalı karikatürist ile Naipaul’un yaptıkları arasında hiçbir fark yoktur. İkisi de İslam’a ve onun sembollerine alenen hakaret etmişlerdir. Bunun düşünce ve ifade özgürlüğüyle de alakası yoktur. Çünkü ortaya koydukları yapıtlarında her ikisi de inananların kutsal bildiği değerlere alçakça saldırmış, karalamış, aşağılamış, tahkir etmiş ve “nefret suçu” işlemişlerdir.

Zaten müslümanlara bu kadar ağır hakareti reva gören Naipaul’la aynı masada oturmak, onu onur konuğu yapmak veya alkışlamak hazmedilecek bir durum değildir. Zira o, İslam dini ve müslümanlarla ilgili görüşlerini hiç değiştirmemiştir. Naipaul, bilinen eski Naipaul’dur; yazıları ve görüşleri tamamen aynıdır; asla tövbe edip pişman olmamıştır.

Bazıları “onun gelişini protesto ederek programa katılmaktan vazgeçen “onurlu ve ilkeli yazarlarla” alakalı: “Onlar programa katılıp, Naipaul hakkında konuşup düşüncelerini orada ifade etmeliydiler" demişlerdir ki bu görüşe hiçbir şekilde katılmamız mümkün değildir. Çünkü davete katılmaktan vazgeçen ve bu sömürgecilerin uşağını protesto eden münevverlere bu sefer katılmaları ve Naipaul’u eleştirmeleri halinde “aynı sözde aydınlar”; “Sen bunları söylemek için mi buraya geldin? Sen Naipaul’un bu toplantıya katılacağını biliyordun, madem öyle katılmasaydın, seni buraya katılmak için zorlayan olmadı; üstelik o bizim onur konuğumuz, buraya onu sıygaya çekmek için çağırmadık seni!” der, zeytinyağı gibi üste çıkar, o kimseyi susturur ve de itibarsızlaştırırlardı.

Şunun altını çizelim ki burada mesele “sevdiklerimizi eleştirenler veya karşıt görüştekiler ülkemize gelmesinler” meselesi asla değildir. Elbette farklı görüşler ve eleştiriler olacaktır ve de olmalıdır. Ama olmaması gereken hakarettir, aşağılamadır, küstahlıktır, küçümsemedir, alaya almadır, nefret suçudur, insanların mukaddeslerine ve dini sembollerine saldırıdır.

Biz biliyoruz ki, şu an dünyada ve ülkemizde ünlü-ünsüz, yetenekli-yeteneksiz, Nobel ödüllü-Nobel ödülsüz bir sürü Naipaul vardır ve kıyamete kadar da “paraları ödenerek satın alınmış böyle aşağılık, kaypak ve dönek tipler” hep olacaktır. Ancak bizim itirazımız şeytanın taraftarı Naipaul ve benzerlerinin pervasızca İslam’a hakaret etmelerine, sonra da bu alçakların ülkede baş tacı edilmelerinedir. Bunun “düşünce ve ifade özgürlüğüyle” de “farklı inanç ve görüşlere tahammülle” de zerre kadar alakası yoktur.

Çünkü burada müslümanların duruşunu ve tavrını belirleyen Kur’an’ın ayetleridir. Zira müslümanlar Kur’an’ın ilkelerine bakarak hareket ederler. Nitekim konuyla ilgili Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “O, size Kitap'ta: 'Allah'ın âyetlerinin inkâr edildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğinizde, onlar bir başka söze dalıp geçinceye kadar onlarla oturmayın, yoksa siz de onlar gibi olursunuz.' diye indirdi.” (Nisa, 4/140. Ayrıca bkz. Maide, 5/57-58; En'am, 6/68.)

Görüldüğü üzere Kur'an-ı Kerim, İslam'ın kutsallarıyla alay edildiği toplantılara müslümanların katılmalarını yasaklamakta, böyle sohbetlere tanık olanların ise derhal o ortamı terk etmelerini emretmektedir. Burada yasaklanan faydalı beşeri ilişkiler, gayrimüslimlerle sohbet, tanışma, fikir alışverişi, seviyeli ve zihin açıcı tartışma programları, dünya barışına, huzuruna ve refahına katkı sunacak müzakereler değildir. Tam aksine yasaklanan, Yüce Allah'a, Kur'an’a, Hz, Peygamber'in şahsiyetine, sahâbeye, İslam'ın sembollerine saldırının olduğu toplantıların protesto edilerek terk edilmesidir.

Bunun “hoşgörüyle” veya “düşünce ve ifade özgürlüğüyle” hiçbir ilgisi yoktur. Edep dairesi içinde elbette herkes düşüncesini dile getirebilir, eleştirebilir. Ama alay, hakaret, tahkir, tezyif, küçük düşürme ve nefret suçu olmaması gereken şeylerdir.

Nitekim Maide suresi 57-58. ayetlerde “yahudi ve hıristiyanlardan İslam dinini alay ve eğlence konusu yapanların ve açıktan inkârcı oldukları bilinenlerin dost edinilmemesi” belirtilmektedir. Bu, gayet yerinde ve gerekli bir uyarıdır. Zira farklı dinlere mensup insan toplulukları bir arada, barış ve huzur içinde yaşayacaklarsa grupların birbirlerinin din ve inançlarına azami ölçüde saygı duyması zorunludur ve burada anahtar terim “saygıdır.”

Zira karşılıklı ihtiram her zaman esastır. Farklı din mensupları birbirlerinin inançlarına, ibadetlerine, kutsallarına, hak ve hukuklarına saygı göstermek; can, mal, namus ve nesil emniyetlerini tehdit edecek davranışlardan sakınmak zorundadır. Müslümanlar öncelikle bu hassasiyete sahiptir ve başkalarından da aynı hassasiyeti beklemeye hakları vardır.

Kanaatimizce müslümanlar dinlerini ciddiye almayan ve kendi dinlerini alay konusu edinenlerle “dostluk” ilişkisi kuramaz. Aksi halde müslümanlar Yüce Allah’a karşı sorumluluklarının bilincinde olmamış olurlar ki, bu da takvaya aykırı bir durumdur.

"Seni öldürmeye gelen sende dirilsin" yöntemini kullanarak müslümanlar arasında da kaliteli entellektüeller çıkabildiğini ilk elden göstermek tabi ki önemlidir. Ama bu yapılırken İslam’ın izzetini korumak da esastır. Çünkü Naipaul ve benzeri İslam düşmanları nezaketi/zarafeti, “zafiyet/pısırıklık/korkaklık/eziklik” gibi algılamakta, daha da şımarmakta, azgınlıklarını daha da artırmakta, İslam’a ve müslümanlara ağır hakaretlerini sürdürmektedir.

Zira Naipaul benzeri tipler şeytanın adımlarını takip eden, kalpleri taşlaşmış, katılaşmış ve mühürlenmiş İslam düşmanlarıdır. Nitekim Kur’an, bunların inkârlarından ve girdikleri yoldan kolay kolay dönmeyeceklerini haber vermektedir. (Bakara, 2/18, 171)

Sonuç olarak, Naipaul ve o zihniyettekiler hakaret etmeden de İslam’ı ve müslümanları elbette eleştirebilir. (Nitekim ülkemizde de Naipaul benzeri epey miktarda “Batı hayranı İslam düşmanı” vardır. Onlar da eleştiri yerine fırsat buldukça İslam’a saldırmakta ve içlerindeki kini kusmaktadır.) Dünyanın ilgi odağına dönüşen, bölgesel ve küresel güç olma yolunda hızla ilerleyen Türkiye'yi Naipaul gibiler için bir “eğitim mekanına” dönüştürmek elbette önemlidir. Ama bu yapılırken İslam’ın ve müslümanların onurunu ayaklar altına almak ve azgınları daha da şımartmak asla kabul edilemez. Müslümanlara düşen her halükarda onurlu, vakur ve dik bir duruş sergilemek, aşağılık kompleksine kapılmamak ve böylelerine hak ettikleri dersi her zaman ve her ortamda korkmadan ve çekinmeden vermektir. (27.11.2010)

Önceki ve Sonraki Yazılar