Ahmet Emin Seyhan

Ahmet Emin Seyhan

Mutluluk ve zamanı etkin kullanmak

A+A-

İnsanın bu dünyada mutlu bir hayat yaşayabilmesi için şu “on şeyi” yapmaya zaman ayırması gerekir:

1.Çalışmak için zaman ayıranlar, başarıya ulaşırlar.

2.Okumak için zaman ayıranlar, zekâlarını (öğrenme yeteneklerini) artırırlar.

3.Düşünmek için zaman ayıranlar, anlama, kavrama, sezme, analiz etme, yorumlama, çözümleme vs. kabiliyetlerini geliştirirler.

4.Kulluk için zaman ayıranlar, Yüce Allah’a yakın olur ve şeytanı daha rahat yenerler.

5.Sağlık için zaman ayıranlar, daha genç, dinç ve zinde kalırlar

6.Başkalarına yardım için zaman ayıranlar, kendileri mutlu hissederler.

7.Hayal kurmak için zaman ayıranlar, hedeflerine daha rahat odaklanırlar.

8. İmanlarını sağlamlaştırmaya zaman ayıranlar, kendilerini güvende hissederler.

9. Sevmek için zaman ayıranlar, sevilmeyi ve mutlu olmayı hak ederler.

10.Plan ve program için zaman ayıranlar, bu dokuz maddeyi yapabilecek zamana sahip olurlar.

Görüldüğü üzere bu on maddenin hakkını en iyi şekilde verenler, hem bu dünyada, hem de ahirette gerçek mutluluğa ulaşabilir. Aksini yapanlar ise sadece kendilerine yazık eder. Bu bakımdan bir insanın gerçek mutluluğu yakalayabilmesi kendine yapacağı bir iyiliktir.

Her şeyden önce belirtelim ki, makam, mevki, rütbe, servet, şöhret, güzellik gibi gelip geçici şeyler insanı gerçek anlamda mutlu etmez. Zira bütün bunlar fânîdir.[1]

Gerçek anlamda mutlu olmak isteyen insan, her zaman haline şükretmeli,[2] kanaat etmeli, başına gelen hâdiselerin güzel yönlerini görmeye çalışmalı, bunun için de güzel şeyler düşünmelidir.

Nitekim insan hangi konuyu düşünür ve bunun üzerinde yoğunlaşırsa, duanın ve eylemin de gücüyle bu gerçeğe dönüşür.

Yani; güzel şeylere odaklanan, güzel sonuçlarla karşılaşır.

Mutlu olmak isteyen insan “dikene” değil, “güle” odaklanmalıdır.

Negatif düşünceleri ve karamsarlığı bir kenara bırakmalıdır.

Dolayısıyla iyi şeyler üretmek ve insanlığa faydalı olmak isteyen bir kimse müspet şeyler düşünmeli ve yapmalıdır.

Örneğin mutlu olmak isteyen insan, karşılık beklemeden başkalarına iyilik yapmalıdır.[3] Böyle yaptığında hem kendini iyi hissedecek hem de Yüce Allah’ın rızasını kazanacaktır.

Mutlu olmak isteyen insan, dünyanın güzelliklerinden istifade etmesini bilmelidir. Yani; ahiretini ihmal etmeden “dünyanın meşrû güzelliklerini” yaşamaya çalışmalıdır.

 Mutlu olmak isteyen insan, kendisine yol gösterenlere, bilgilendirenlere, tecrübelerini paylaşanlara ve hatalarını söyleyenlere “teşekkür etmesini” bilmelidir.

Mutlu olmak isteyen insan, affetmesini öğrenmelidir.[4]Sorunlara değil, çözüme odaklanmalıdır. Affedebilmenin aslında kendisine yaptığı bir iyilik olduğunu unutmamalıdır.

Mutlu olmak isteyen insan, ailesine ve arkadaşlarına zaman ayırmalı, kendisini motive eden, cesaretlendiren, artı değerler katan kimselerle beraber olmaya gayret etmelidir. Dostlarına karşı vefakâr olmalı, izzet ve ikramda bulunmalıdır. Akrabalarını ihmal etmemelidir. Zira akraba, eş ve dostlarla ile ilgiyi kesenlerle Allah’ın da “rahmet” ilgisini keseceğini aklından çıkartmamalıdır.

Mutlu olmak isteyen insan, sağlığına özen göstermelidir. Çünkü insana vücûdu bir emanettir; o emâneti en güzel şekilde koruması gerekir. Zira sağlık her şeyin başıdır.

Mutlu olmak isteyen insan, zorluk ve sıkıntılarla mücadele etmesini bilmelidir.[5] Bunun için ise “sağlam ve sarsılmaz bir imana” sahip olmalıdır. Çünkü dînî inançlar zorluklarla mücadelede insana yardımcı olur. Sağlam ve sarsılmaz bir iman ve iradeyle yapılamayacak hiçbir şey, aşılamayacak hiçbir engel yoktur. İnsanı kemale erdiren iman, teslimiyet ve samimi kulluktur.

Kanaatimizce hem bu dünyada, hem de ahirette ebedî mutluluğu elde etmek isteyen kişi, dinî emir ve yasaklara uygun bir hayat yaşamalıdır.

Özetle en büyük mutluluk, Yüce Allah’ın her an kendisiyle olduğunu bilmektir.[6]

O’na sığınmaktır.[7] Sadece O’ndan istemektir.[8] O’na bu dünya hayatında kulluğu tam ve eksiksiz yapmaktır. Böyle yapanlar, iki cihanda da “gerçek mutluluğa” ulaşabileceklerdir.[9]

Görüldüğü üzere mutlu olmanın ya da olmamanın anahtarı kişinin kendi elindedir. Planlı olanlar “mutluluğun sırrına” daha kolay ve hızlı ulaşır.

Özellikle şunun altını çizelim ki gerçek mutluluk, Allah’ı tanımak, O’nu bilmek, O’nu sevmek, O’na hayran olmak, O’na saygısızlık yapmaktan çekinmek/ korkmak, O’nu her zaman zikretmek/ anmak, O’na gerektiği şekilde kulluk etmek ve O’nun rızasını/ hoşnutluğunu kazanmaya çalışmaktır. 

Zira bunu yapmaya dünyadayken yanaşmayanların “ahiretteki son pişmanlıkları” onlara hiçbir yarar sağlamayacaktır; çünkü son ilahi kelam Kur’an-ı Kerim, şimdiden bu gerçeği haber vermektedir.

Nitekim Yüce Allah’ın âyetlerini yalanlayanlara, bu ayetlere tepeden bakanlara “göğün kapılarının açılmayacağı”, kalın urgan iğnenin deliğinden geçmedikçe bu inkârcıların cennete giremeyecekleri;[10] azabı sürekli tatmaları için derilerinin yenileneceği;[11] ne ölecekleri ne de içine atıldıkları azabın hafifletileceği, yaptıklarına karşılık azabı tadacakları ve bu zâlimlerin hiçbir dost ve yardımcı bulamayacakları;[12] dünyada çıkardıkları bozgunculuktan ötürü, azabın eksiltilmeyip artırılacağı;[13] kurtuluş için dünya dolusu altın verecek olsalar dahî bunun kabul edilmeyeceği, bunları acıklı bir azabın beklediği;[14] Allah’ın âyetlerini alaya alarak, dünya hayatının kendilerini ayartmasına izin vermeleri sebebiyle cehennemden çıkartılmayacakları ve artık Allah’ı hoşnut etmelerinin de onlardan istenmeyeceği, zîra bunun artık hiçbir anlamının kalmadığı;[15] “gökler ve yer durdukça”[16] onların da ateşte ebedî kalacakları;[17] Allah’ın âyetlerini hiçe saymaları nedeniyle, yavaş yavaş ve farkına varmadan helake doğru sürüklendikleri;[18] dünya hayatına kapılıp eğlenceyi ve geçici zevkleri dinleri haline getirmeleri ve karşılaşacakları hesap gününü göz ardı edip unutmaları sebebiyle “umursanmayacakları” ve Yüce Allah’ın da onları unutacağı[19] âyet-i kerimelerde açıkça ortaya konulmaktadır.

Dolayısıyla bütün bu âyet-i kerimelerden, dünyada iken iman etmeden ölen kâfir, müşrik ve münâfıkların âhirette “hiçbir kurtuluş imkânı bulamayacakları” anlaşılmaktadır. Ve bunun da tek sorumlusu kendileridir. Çünkü akıllarını kullanmamışlardır. Sonuç olarak da sadece kendilerine yazık etmişlerdir. (04.05.2007)

 

[1] Şuarâ, 26/88-89. “O gün ki, ne malın mülkün, ne de çoluk çocuğun bir yararı olmayacaktır. Yalnızca Allah’ın huzuruna kötülükten korunmuş bir kalple çıkanlar (kurtulacaktır)!”; Hadîd, 57/20. “Bilin ki, (ey insanlar), bu dünya hayatı, sadece bir oyundan, geçici bir eğlence ve güzel bir gösteriden, birbirinizle büyüklük yarışı(na girişmenizden) ve daha çok servet ve çocuk sahibi olma hırsın(ız)dan ibarettir. Bu (dünya)nın durumu, (hayat getiren) yağmurun hikayesine benzer: yağmurun yeşerttiği bitki, toprağı ekenlere sevinç verir. Ama sonra kurur ve sen onun sarardığını görürsün; sonunda toprak haline gelir. Ama öteki dünyada (insanın durumu ile ilgili ebedî hakikat açıkça ortaya çıkacaktır): (ya) şiddetli azap, yahut Allah’ın bağışlayıcılığı ve hoşnutluğu; çünkü bu dünya hayatı, kendini kandırmanın zevkin(i) tatmaktan başka bir şey değildir.”. Ayrıca bkz. Âl-i İmrân, 3/14.

[2] Bakara, 2/172. “Ey imana ermiş olanlar! Size rızk olarak sağladığımız iyi şeylerden nasiplenin ve Allah’a şükredin, eğer gerçekten O’na kulluk ediyorsanız.”; Neml, 27/40. “…Bununla birlikte (Allah’a) şükreden kişi, yalnızca kendi iyiliği için şükretmiş olur; nankörlük yapan kişi ise, (bilsin ki,) Rabbim hem sınırsız cömert hem de mutlak manada kendine yeterlidir!”; Lokmân, 31/12. “Biz Lokman’a şu hikmeti bağışladık: “Allah’a şükret; çünkü (O’na) şükreden kendi iyiliği için şükretmiş olur. Nankörlük etmeyi tercih eden ise (bilsin ki), Allah kesinlikle hiçbir şeye muhtaç değildir ve her zaman hamde layıktır.”

[3] Bakara, 2/195. “Ve Allah yolunda (sınırsızca) harcayın, kendi elinizle kendinizi mahvetmeyin ve iyilik yapmaya azimle devam edin: unutmayın ki Allah iyilik yapanları sever!”; Kasas, 28/77. “Öyleyse, Allah’ın sana verdiklerinden yararlanarak yalnızca ahiret yurdunda (iyi bir yer tutmanın) yolunu ara; bu arada, pek tabii, bu dünyadaki nasibini de unutma; ve Allah sana nasıl iyilikte bulunduysa, sen de (başkalarına) öyle iyilikte bulun!...”

[4] Âl-i İmrân, 3/134. “Onlar ki hem bolluk hem de darlık zamanında (Allah yolunda) harcarlar, öfkelerini kontrol altında tutarlar ve insanları affederler, çünkü Allah iyilik yapanları sever.”; A’râf, 7/199. “Sen insan fıtratının kabule yatkın olduğu yolu tut (hata içinde olanlara karşı sert ve zorlayıcı olma, affedici ol); iyi olanı emret; bilgisiz kalmayı seçenleri kendi hallerine bırak.”

[5] Bakara, 2/177. “…Ve (gerçek erdem sahipleri) söz verdiklerinde sözlerini tutan, felaket, zorluk ve sıkıntı anlarında sabredenlerdir: işte onlardır sadakatlerini gösterenler ve işte onlardır Allah’a karşı sorumluluklarının bilincinde olanlar.”; Nahl, 16/96. “…Ve kesin olan şu ki: güçlüklere göğüs gerenleri yaptıkları en iyi şey neyse ona göre ödüllendireceğiz.”; Mü’minûn, 23/111. “(Ama,) bakın, güçlüklere göğüs germelerinden ötürü bugün onları mükafatlandırdım: işte, bahtiyar olacak olanlar böyleleridir.”; Ahkâf, 46/35. “Öyleyse (ey inananlar,) kalpleri azim ve kararlılıkla doldurulmuş olan bütün peygamberler gibi sıkıntılara karşı sabırlı olun ve onlara sabırla katlanın. Ve (hakikati inkâr edip duran) bu kişilerin hemen azaba çarptırılmalarını istemeyin: kendilerine vaad edilen şeyin (gerçekleştiğini) gördükleri o gün, (yeryüzünde) kaldıkları süre, onlara (dünyevî ölçülerle) ancak bir günün bir saati kadar (kısa görünecek). Mesaj(ımız işte budur). Öyleyse hiç sapkın bir halktan başkası yok edilir mi?”; İnsan, 76/12. “Ve onları sıkıntılara karşı sabrettikleri için (kutlu bir) bahçe ve ipek(ten giysiler) ile ödüllendirecektir.”

[6] Tevbe, 9/40. “Eğer siz elçiye yardım etmezseniz, o zaman (bilin ki,) ona (yine) Allah (yardım edecektir, tıpkı,) o hakkı inkâra şartlanmış olan kimseler onu yurdundan sürüp çıkardıkları zaman yardım etti(ği gibi); (ki o gün) (o yalnızca) iki kişiden biriydi: ve bu iki kişi (saklandıkları) mağaradayken elçi arkadaşına: “Üzülme” dedi, “Allah bizimle beraberdir”. Ve derken Allah ona katından bir sükûnet/bir güven duygusu bahşetti…”; Kâf, 50/16. “Gerçek şu ki, insanı yaratan Biziz ve onun iç-benliğinin ona ne fısıldadığını biz biliriz: çünkü biz ona şah damarından daha yakınız.”

[7] Âl-i İmrân, 3/139. “Öyleyse, cesaretinizi yitirmeyin ve üzülmeyin: Eğer (gerçekten) inanıyorsanız (O’na bütün benliğiniz ile teslim olup, sığınıyorsanız) mutlaka (insanların) en üstünü olursunuz.”

[8] Fâtiha, 1/5. “Yalnız sana kulluk eder; yalnız senden yardım dileriz.”; Bakara, 2/45-46. “(Ey mü’minler!) sabırla ve namazla yardım dileyin: Bu, tam bir sığınma duygusu içinde yürekten Allah’a yönelenler dışında herkes için zor bir iştir. Onlar ise (sonunda) Rablerine kavuşacaklarını ve O’na döneceklerini kesinlikle bilirler.”

[9] Bakara, 2/201-202. “Ama içlerinde öyleleri var ki: “Ey Rabbimiz! Bize bu dünyada da iyilik ver, ahirette de ve bizi ateşin azabından koru!” diye dua ederler: işte bunlar, kazandıklarına karşılık (mutluluktan) nasip alacak olanlardır. Ve Allah hesabı çok çabuk görendir.”

[10] Â’raf, 7/40; Hadislerde de bu tarz benzetmelerin yapıldığı görülmektedir. Nitekim Hz. Peygamber’in Huzeyfe’ye haber verdiği on iki münafığın sekizinin Cennete girmesindeki imkânsızlık anlatırken, kalın urgan/deve iğnenin deliğinden geçmedikçe benzetmesi yapılmaktadır. (MÜSLİM, 50/Münâfıkîn, 1 (III, 2143)) Buradan, böyle bir benzetmenin o günün insanı tarafından bilindiği ve kullanıldığı sonucu çıkmaktadır. Ayrıca Hz. Peygamber’in, münâfıkların inkârları ve kararsızlıkları sebebiyle Cennete girebilmelerinin asla söz konusu olamayacağını böyle bir benzetme ile ortaya koymuş olması da mühimdir.

[11] Nisâ, 4/56.

[12] Fâtır, 35/36-37. Ayrıca bkz. Bakara, 2/86, 162; Âl-i İmrân, 3/56, 85, 88; Nisâ, 4/52, 123, 145, 173; Mâide, 5/72; Nahl, 16/85; Ankebût, 29/25; Ahzâb, 33/17; Gâfir, 40/49; Şuarâ, 42/8-9, 31; Câsiye, 45/34.

[13] Nahl, 16/88; İsrâ, 17/97; Nebe, 78/30.

[14] Al-i İmrân, 3/91.

[15] Câsiye, 45/35.

[16] Bu yer ve gök âhiretteki yer ve göktür. Zîra orada da yer ve göğün olduğu âyet-i kerimede belirtilmektedir. Bkz. İbrâhim, 14/48.

[17] Hûd, 11/107; “Rabbînin dilediği hariç, (onlar) gökler ve yer durdukça o ateşte ebedî kalacaklardır. Çünkü Rabbîn, istediğini hakkıyla yapandır.” Burada, klasik Arapça’da “gökler ve yer yerinde durdukça” ya da “gece ile gündüz peş peşe geldikçe” tabirleri “sonu gelmeyen süre” ya da “sonsuz” (ebed) anlamına mecaz olarak kullanılmaktadır. Bkz. TABERÎ, Câmiu’l-Beyan, Beyrut, 1995, XII, 152-155. Ayrıca bkz. Hûd, 11/108.

[18] Â’raf, 7/182-183; Kalem, 68/44-45; Bu âyetler, Allah’ın neden bu kadar çok zâlim kimselerin keyifli bir şekilde hayat sürmesine izin verirken, bir çok dürüst ve erdemli insanın sıkıntı çekmesine müdahale etmediği sorusuna cevap vermektedir. Bu cevabın özü ise şudur: insan, bu dünya hayatında görünürdeki mutluluk veya mutsuzluğun nihai olarak nereye doğru gideceğini ve Allah’ın ince planı içinde nasıl bir rol oynadığını gerçek anlamda hiçbir zaman kavrayamaz. Allah’ın erişilmez derinlikteki yaratılış planında her şeyin ve her olayın belli bir fonksiyonu vardır. Ve hiçbir şey tesadüfi olmayıp, her şeyin bir anlamı ve amacı vardır. Bkz. ESED, s. 1178, Kalem, 68/45, 25 no’lu dipnot.

[19] Â’raf, 7/51. Ayrıca bkz. En’âm, 6/70; Ta’hâ, 20/126-127; Secde, 32/14; Câsiye, 45/34.

Önceki ve Sonraki Yazılar