Ahmet Emin Seyhan

Ahmet Emin Seyhan

Mukabele/Hatim Geleneği ve Meseleye Kur’ânî Bakış!

A+A-

Müslümanların yaşadığı coğrafyalarda asırlardır devam edegelen mukabele geleneği Kur’ân’ın verdiği mesaja uygun olarak yeniden güncellenmeli ve bu hatalı/noksan gelenek ivedilikle düzeltilmelidir.

Zira bütün müslümanların çok iyi bildiği ya da bilmek zorunda olduğu üzere Kur’ân bir hidayet kaynağı,[1] insanlığı karanlıklardan aydınlığa çıkaran bir nur[2] ve mesajı anlaşılmak üzere gönderilmiş son ilahî kelamdır.[3]

Görüldüğü üzere bunu bizzat ifade eden Kur’ân’ın kendisidir. Nitekim benzer âyetlerde bu gerçeğe şu şekilde işaret edilmektedir:

“Biz Kur'ân’ı, insanlar iyi anlayıp ibret alsınlar diye senin dilinle indirerek anlaşılmasını kolaylaştırdık.”[4]

Bu âyetten anlaşıldığına göre Kur’ân anlaşılmak ve âyetlerinden ibret alınmak için Arapça olarak gönderilmiş bir kitaptır.

Yine şu âyetlerde de aynı gerçeğe işaret edilmektedir:

“Yemin olsun, Biz, ders alınsın diye Kur'ân’ın anlaşılmasını kolaylaştırdık. Yok mu düşünen ve ibret alan?”[5]  

“[Ey insanlar!] Gerçek şu ki, Biz size, akılda tutmanız gereken her şeyi kapsayan ilahî bir mesaj indirdik: hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?”[6]

“Öyleyse, onlar bu Kur’ân üzerinde hiç düşünmezler mi? Yoksa kalpleri üzerinde kilitler mi var?”[7]

Görüldüğü üzere Kur’ân, tüm insanlığı âyetleri üzerinde düşünmeye ve ders almaya çağırmaktadır.

Kur’ân’ı anlama konusunda herhangi bir güçlük olmadığı ise şu âyette açıklanmaktadır:

“Bütün övgüler Allah'a yakışır; O [Allah] ki, kuluna bu ilahî kelâmı indirmiş ve onun anlaşılmasını güçleştirecek hiçbir çapraşıklığa yer vermemiştir. [Bu] tutarlı ve dosdoğru [kitap inkârcıları] O'nun katından zorlu bir cezayla uyarmak ve dürüst, erdemli davranışlarda bulunan mü’minlere hak ettikleri güzel karşılığı müjdelemek içindir.”[8]

Bu âyetten anlaşıldığına göre Kur’ân’ın içinde onun anlaşılmasını güçleştirecek herhangi bir tenakuz, ihtilaf, zıtlık veya çelişki asla mevcut değildir.

Öte yandan eğer bu ilahî kitap Mekke’de yaşayanlara Arapça dışında başka bir dille indirilmiş olsaydı onların Kur’ân’a karşı tavırlarının nasıl olacağını yine Kur’ân-ı Kerîm şöyle haber vermektedir:

“Eğer bu [ilahî kelâmın] Arapça dışında bir dilde [indirilmiş] bir hitabe olmasını dileseydik, onlar, [şimdi onu reddedenler,] bu defa, “Neden onun mesajları anlaşılır bir şekilde ifade edilmemiş? Hayret! Arapça dışında bir dil[de indirilmiş bir mesaj bu] ve (tebliğ eden de) bir Arap [elçi]?” diyeceklerdi. De ki: “Bu [ilahî kelâm,] iman edenler için bir rehber ve bir şifa kaynağıdır; ona inanmayanlara gelince, onların kulaklarında bir sağırlık var ve bundan dolayı [Kur’ân] onlara kapalı, anlaşılmaz gelir: onlar çok uzaklardan seslenilen [insanlar gibi]ler”.[9]

Bu âyetle birlikte artık onların; “Biz Kur’ân’ı anlayamadık, çünkü bizim dilimizle inmedi ki…” mazereti de tamamen ortadan kalkmış bulunmaktadır.

Bugün de aynı şekilde Kur’ân’ın pek çok dile tercümesinin yapıldığı, farklı dillerde tefsirlerinin olduğu düşünülecek olursa insanların basit mazeretlerin arkasına sığınmaları mümkün değildir. Zira onların; “Kur’ân’dan ve İslam’dan haberimiz yoktu” gibi söylemlerinin artık hiçbir dayanağı/geçerliliği kalmamıştır.

Yine şu âyet-i kerimeler geçmiş, şu andaki ve gelecek tüm hakikat inkârcılarının asılsız iddialarına cevap mahiyetindedir:

“Bu kitap rahman ve rahîm (olan Allah) tarafından indirilmiştir. Bir ilahî kelâm ki, (taşıdığı) mesajlar, anlama ve kavrama yeteneğine sahip insanlar için Arapça bir hitabe olarak apaçık beyan edilmiştir. Güzel haberleri müjdeleyici ve uyarıcı olarak. Fakat [bu ilahî kelâm insanlara ne zaman tebliğ edilse] çoğu yüz çevirir ki [mesajını] duymasınlar. Ve “[Ey Muhammed!]” derler, “Kalplerimiz bizi çağırdığın her şeye kapalıdır, kulaklarımız sağırdır ve bizimle senin aranda bir engel vardır. Öyleyse, sen [ne istersen] yap, unutma ki biz de [her zaman yaptığımızı] yine yapacağız!”[10]

“Elif-Lâm-Râ. [Bu] ilahi bir kitaptır ki, âyetleri her şeyden bütünüyle haberdar olan hikmet sahibi [Allah] tarafından kendi içlerinde açık ve anlaşılır kılınmış, birbirleriyle açıklanmış ve ayrıca birbirleriyle bağlantılı olarak etraflı bir biçimde dile getirilmiştir ki, Allah'tan başkasına kulluk etmeyesiniz. [Ey Peygamber, de ki:] “Bakın ben size O'nun tarafından bir uyarıcı ve müjdeci [olarak] görevlendirildim.”[11]

Bütün bu âyetlerden anlaşılacağı üzere Kur’ân’ın gönderiliş maksadı, onun doğru bir şekilde anlaşılması, ondan gereken derslerin çıkartılması ve dünya hayatının da buna göre tanzim edilmesidir.

“Peki dünyanın dört bir yanında yaşayan müslümanlar bu âyetlerde verilen söz konusu mesajları anlıyor ve buna uygun hareket ediyorlar mı?” diye bir soru sorulduğunda ise bu soruya olumlu cevap verebilmek maalesef mümkün değildir.

Zira Araplar dâhil olmak üzere farklı diller konuşan müslümanların çoğunluğu onu anlamaya odaklanmak yerine sadece yüzünden okumakla yetinmekte ve içeriğine yeterince önem vermemektedir.

Bu bakımdan kitabın muhtevasından ziyade kabına, şekline, yazısına, mürekkebine, hattına, kelimelerinin telaffuzuna ve hangi makamda okunduğuna önem veriliyor olması düşündürücüdür. Oysa kutsal ve değerli olan onun “kabı, şekli, harfleri, mürekkebi, hattı ya da kelimeleri” değildir. Bunlar birer araçtır; esas olan onun manası ve maksadıdır; içinde barındırdığı “hakikat ilkeleri, sağlam ve şaşmaz prensipleri ve yol gösterici meselleridir.”

Bu itibarla özellikle Ramazan ayında devam ettirilen mukabele geleneği tekrar gözden geçirilerek “Kur’ân’ı okuma, anlama ve dinleme geleneği” güncellenmelidir.

Kanaatimizce asırlardır devam ettirilen “mukabele geleneği” aynı tarzda sürdürüldüğünde Ehl-i kitabın içine düştüğü yanlışlıklara düşülmesi kaçınılmazdır. Zira son ilahî kelamı anlamak, içindeki ilke ve prensiplere odaklanmak yerine, sadece metnine ve harflerine bakarak anlamadan okumak ya da dinlemek “gerekli ama yeterli” değildir. Çünkü Rabbimizin ve Hz. Peygamber’in bizden istediği/beklediği böyle bir okuma/dinleme değildir.

Diğer taraftan hem Hz. Peygamber’in hem de kavminin Arap, Kur’ân’ın dilinin de Arapça olması nedeniyle onların mukabeleyi bu şekilde okumaları ve dinlemeleri normaldir. Zira onlar kendi dilleri Arapça olduğu için okudukları âyetlerin çoğunu rahatlıkla anlamışlardır.

Ancak ne gariptir ki kendi ana dili Arapça olmayanlar böyle bir mukabele geleneğini benimsemiş ve âyetleri anlamaksızın Arapça okuyup dinlemişlerdir. Oysa bu, isabetli bir okuma değildir.

 “Acaba Kur’ân’ın bizden istediği belli bir okuma tarzı var mıdır?” sorusunun sorularak bunun üzerinde dinî ilimlerle uğraşanların ve sağlıklı tefekkür yapan müslümanların ciddi şekilde durması ve bir çözüm yolu bulması gerekmektedir.

Aynı şekilde “Asırlardır yüzünden okunan, manası anlaşılmaksızın dinlenilen böyle Kur’ân okuma geleneği önce müslümanların hayatına, sonra da tüm insanlığa ışık saçabilir mi? Karanlıkları aydınlatabilir mi? İnsanlığa şifa ve hidayet kaynağı olabilir mi?”, “Böyle isabetli olmayan mukabele geleneği daha ne zamana kadar devam ettirilebilir?” gibi soruların mutlaka sorulması ve cevaplarının aranması gerekmektedir.

Bu zamana kadar sürdürülen mukabele geleneğinde imamlar tarafından bir cüz, yani 20 sahife yaklaşık 30 ya da 40 dakika içinde okunup tamamlanmaktadır. Bize göre bu, yeterli ve doğru bir okuma tarzı değildir.

Bizim bu konuda teklifimiz kısaca şudur:

Ramazan ayında, camide, Kur’ân’dan her gün bir cüz, yaklaşık 90 dakika süreyle okunmalıdır. Öncelikle âyetler Arapça olarak seslendirilmeli, hemen sonrasında da okunan âyetler cemaate anlayacakları şekilde kaliteli bir tefsire dayanarak özetlenmeli ve söz konusu süre (doksan dakika) kesinlikle aşılmamalıdır.

Nitekim önerdiğimiz bu mukabele şeklini biz “dört ayrı Ramazan ayında, dört farklı şehirde” uygulamış ve bunun da sayısız faydalarını yakından gözlemlemiş birisi olarak teklifimizi sunuyor ve konunun müzakere edilmesini istiyoruz.

Tavsiye ettiğimiz bu yeni mukabele geleneğini 1993 yılından beri gerçekleştirmiş ve bu tecrübeyi bizzat yaşamış birisi olarak rahatlıkla ifade edebiliriz ki, Kur’ân’ın esas bizden istediği ve beklediği de böyle bir mukabele, müdârese, müzâkere ve hatim geleneğidir.

Bazı kimselerin hoşuna gitmese de böyle bir uygulama müslümanların yaşadığı tüm beldelerde gerçekleştirilmeli, sunduğumuz yeni metod/usül müslümanların kolektif hafızasına yerleştirilmeli ve böyle “güzel bir gelenek” ihdas edilmelidir. Eğer gerçekten “Kur’ân ayı” olduğu ifade edilen Ramazan layık-ı veçhile ihya edilecekse, Kur’ân’a hak ettiği değer gerçek anlamda verilecekse “mukabele geleneğinin” de bu şekilde güncellenmesi bir zorunluluktur.

Son ilahî kelamın anlaşılması ve yaşanması konusunda ciddi endişe taşıyanların bu teklifimiz üzerinde durması, doğru analizler yapması ve hayırlı neticeler için ortak hareket etmesi hem kendilerinin hem gelecek nesillerin hem de insanlığın yararına olacaktır.

Kanaatimizce Kur’ân’a verilen gerçek değer de bu olacak, Ramazan ayına verilen önem ve onun kutsal bir ay oluşu da ancak böyle gerçekleşecektir.

Her yıl böyle bir mukabele geleneğinden çok şeyler öğrenmiş olarak çıkan müslümanların tavır ve davranışları olumlu anlamda değişecek, kişilik ve kimlik sahibi muttakî mü’minlerin sayıların da ciddi artışlar yaşanacaktır.

Tıpkı Mevlid-i Nebî haftalarında Hz. Peygamber’in bir yönünün ön plana çıkartılarak daha iyi tanınmasının sağlanması ve örnek alınmasının kolaylaştırılması gibi her yıl Ramazan ayında da günde bir buçuk saatlerini Kur’ân’ın âyetlerini dinlemeye ve anlamaya ayıran müslümanların kalitesinde artış yaşanacak, onların dünya ve ahiret algılarında olumlu değişim yaşanacak, evreni farklı gözle değerlendirmelerine imkân sağlanmış olacaktır.

Böyle bir mukabele geleneği tüm İslam coğrafyasında ve herkesin kendi ana dilinde olması durumunda Kur’ân’dan gerektiği şekilde istifade edilecek ve böylelikle her yıl Kur’ân’dan yeni şeyler öğrenilecektir.

Bu benzeri pek çok faydayı içinde barındıran “önerdiğimiz yeni mukabele geleneğinin” başlatılması hususunda her şeyden önce din görevlilerine ve bu sahada çalışan akademisyenlere çok büyük görevler düşmektedir. Onlar bu konunun önemini kavrar ve toplumu da bu konuda bilgilendirerek ikna etmeyi başarırlarsa, insanların bu uygulamayı benimsemesi ve devam ettirmesi çok daha kolay ve kalıcı olabilir.

Ancak dinî ilimlerle meşgul olanlardan bazıları: “Biz eski köye yeni âdet getirtmeyiz. Böyle gelmiş böyle gider. Biz eskiden olduğu gibi her gün 30 dakikada okur, bu işi bitirir, çeker gideriz. Anlamaksızın okuruz ve cemaatte anlamaksızın gözleriyle metni takip eder ve dinler. Asıl sevap olan da budur. İşte gerçek mukabele budur, sen bir de bizim başımıza bu işi çıkartma. Geleneğimize dokunma. Tefsir okumayı falan bu işe karıştırma, eğer tefsir okuyan varsa gitsin evinde okusun!!!” diyecek olurlarsa -ki böyleleri mutlaka çıkacaktır- bu durumda bize düşen apaçık bir tebliğden/uyarıdan başkası olmayacaktır.[12]

Zira kimseyi zorla değiştirmek gibi bir görevimiz yoktur. Sadece böyle bir güncellemenin doğru olacağını “ifade özgürlüğü kapsamında” söyler, yazar, kayda geçirir, sağduyu ve mantık sahibi müslümanların uzun vadede bu meseleyi sahiplenmelerini bekleriz.

Bir Kur’ân ve hadis talebesi olarak hayatının 35 yılından fazlasını dinî ilimleri öğrenmeye ayırmış, sürekli düşünen, okuyan, sorgulayan, bu sahadaki yanlışları gözlemleyen ve kendince hal çareleri üretmeye çabalayan samimi mü’min olarak yazmış olduğumuz bu ve benzeri makalelerde, yapmış olduğumuz vaazlarda, kaleme aldığımız kitaplarda bu gerçekleri ifade etmeye devam eder ve mükâfatını da sadece Yüce Allah’tan bekleriz.

Sonuç olarak, genellikle müslümanların yaşadıkları yerlerde devam eden mukabele ve hatim geleneği tekrar gözden geçirilmeli, yapılan hatalardan bir an önce dönülmeli ve Kur’ân’a hak ettiği değer, saygı ve ilgi gösterilmelidir. Artık anlamaksızın yapılan okuma ve dinleme geleneğinin “Kur’ân’dan gereği şekilde istifadeyi zorlaştırdığı” görülmelidir. Yukarıda verdiğimiz mezkûr âyetlerde Kur’ân’ın bizzat kendisi nasıl okunması ve anlaşılması gerektiğini bu kadar açık ve net ifade ettiği halde, hâlâ atalarının gittiği yanlış yolda giderek inatlaşanlar söz konusu âyetler üzerinde bir kez daha düşünmeli ve Kur’ânî uyarıdan gereken dersi çıkarmalıdır. (05.08.2011)

 

[1] Al-i İmran 3/138; el-En’âm 6/157; Yunus, 10/57; en-Nahl 16/89; en-Neml 27/1-2, 77; el-Casiye 45/11, 20.

[2] el-Bakara 2/257; el-Mâide 5/16; İbrahim 14/1; et-Talak 65/11; el-Hadid 57/9.

[3] er-Rahman 55/4;Yunus 10/16; Muhammed 47/54; en-Nisâ 4/82.

[4] ed-Duhan 44/58.

[5] el-Kamer 54/17, 22, 32, 40.

[6] el-Enbiya 21/10.

[7] Muhammed 47/24.

[8] el-Kehf 18/1-2.

[9] el-Fussilet 41/44.

[10] el-Fussilet 41/2-5.

[11] Hud 11/1-2.

[12] el-Gâşiye 88/21-22.

Önceki ve Sonraki Yazılar