Ahmet Emin Seyhan

Ahmet Emin Seyhan

Mehdi'nin gelişi kıyametin bir alameti midir?

A+A-

 (مهدى) “mehdî” kelimesi Arapça’daki, (هدى) “he de ye” mastarından türeyen ism-i mef’ul olup, “doğru yolu bulan, doğru yolda olan, yol gösteren, önde giden öncü” mânâlarına gelmektedir. Klasik kaynaklarda ise, “kıyâmet öncesinde zulüm ve adâletsizliğin her tarafı kapladığı bir zamanda gelip, yeryüzünü adâletle dolduracağı ve İslâm’ı hâkim kılacağı söylenen Ehl-i beytten bir kimse” şeklinde tarif edilmektedir. Kur’an-ı Kerim’de “mehdî” kelimesi geçmemektedir.


Hemen hemen bütün dinlerde, hatta ilkel kavimlerde de “mehdî” düşüncesinin varlığı dikkatleri çekmekte, dünya dinlerinin “ortak bir objesi” olduğu, temel yapı ve elementlerinin birbirine çok benzediği görülmektedir. Nitekim iyi ile kötünün mücâdelesi sürdükçe kaybeden tarafın böyle bir inanç içerisine girmesinin mümkün olabileceği ifâde edilmektedir. Çünkü böyle ortamlarda ümîde ihtiyaç olmakta, kurtarıcı bir motife bel bağlamak insanı ve toplumu rahatlatmaktadır.


Hz. Peygamber döneminde böyle bir beklenti mevcut değilken, halîfelerin şehid edilmesiyle başlayan süreçte, siyâsî ve sosyal kargaşanın devam ettiği, zulüm ve ahlaksızlığın boy gösterdiği saltanat devrinde “mehdî” bekleme inancının sosyal ve psikolojik şartlarının oluştuğu bilinmektedir. Bu problemlerden çıkış için Kur’an ve sünnetin rehberliğine sarılmak yerine, diğer din ve kültürlerin etkisiyle Kitab-ı Mukaddes’te bahsedilen “Yahûdîleri esaretten kurtaran ve kutsal mabedi yeniden inşa edecek olan” kral “Mesîh” tipi “mehdî” beklentisine girilmesi yanlış olmuştur ve bu, doğru değildir.


Dînî inanç ve ibâdetlerin zayıfladığı, savaşların sürdüğü, yabancıların baskı ve hâkimiyetlerini artırdıkları, ekonomik düzenin bozulduğu devirlerde “mehdî” bekleme inancı yaygınlık kazanmaktadır.
Böyle dönemlerde insanlar, zulmün yerini adâletin ve barışın, yoksulluğun yerini bolluğun aldığı, yeryüzünün cennete dönüştüğü bir dünyada yaşamayı hayal ederek günlerini geçirmişlerdir. Zaten her ferdin ve milletin en büyük arzu ve ideali “altın bir çağdır.” Nitekim Homer’e “Odysseus”u, Yunan şairi Hesio’ya “İşler ve Günler”i, Sümerler’e “Gılgamış Destanı”nı, Fârâbî’ye “el-Medînetü’l-Fâzılâ”yı yazdıran hep aynı “özlem ve inanç” olmuştur.


 “Mehdî”lerden beklenen görevlerin neler olduğu konusu incelendiğinde de bazı beklentilerin arkasında yatan nedenler çok daha iyi fark edilmekte ve birçok sorunun cevabı kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Nitekim rivâyetlerden anlaşılacağı üzere “mehdî”lerin en başta gelen vazifeleri, ülkelerini içte ve dışta sulh ve adâlete kavuşturmaları ve her yerde emniyeti sağlamalarıdır. Bütün dinlerdeki “mehdî” tasavvurlarında özellikle bu konu üzerinde durulması dikkatleri çekmektedir.


Müstakbel “mehdî”nin genellikle ülkeyi dışarıdan rahatsız eden komşu milletlerle ve içeride de istenmeyen gruplarla savaştırıldığı görülmektedir. Mesela, Müslümanlar “mehdî”yi dışarda Bizans ile içerde ise “Emevî saltanatının temsilcileriyle” savaştırmaktadırlar ki, bu husus “mehdî” tasavvurunun “doğuş ve gelişmesindeki siyâsî sebeplere” ışık tutmakta ve devrin “siyâsî akımlarının etkisini” gözler önüne sermektedir.


Sosyal sarsıntılarla ümitleri kırılan insanlara mânevî güç ve ümit vermek için “iyi niyetle hadis uyduranlar” olduğu gibi “siyâsî çıkarları için hadis uyduranlar” da olmuştur.
İnsanların neden “mehdî” beklentisi içine girdikleri araştırıldığında da “değişik sonuçlarla” karşılaşılmaktadır. Nitekim, “mehdî” ve “Mesîh”lerin peşlerine düşen kimselerin daima “bir kurtarıcı arayanlar” olduğu, ruhlarının derinliklerinde bir karizma özlemi yattığı, rasyonelliği inkâr ettikleri ölçüde duygularını serbest bıraktıkları, böyle bir ruh haliyle de kişiliklerini her türlü dış müdâhale ve kontrole açık tuttukları belirtilmektedir.


İşte böyle bir beklentiyi karşılamak isteyen çıkarcı ve uyanık tipler de her dönemde ortaya çıkmış ve kötü emellerine bu insanları alet etmişlerdir. Bu itibarla böyle sinsi kimselere fırsat verilmemesi için “rivâyetlerin doğru değerlendirilmesi” ve Hz. Peygamber’e âidiyetinin çok iyi tespit edilmesi gerekir.
Bu konuda kaynaklarda yer alan rivâyetler incelendiğinde, “mehdî” ile ilgili farklı görüşlerin ortaya konulduğu görülmektedir. Nitekim “mehdî”nin geleceğini ve rivâyetlerde haber verilenlerin tamamını gerçekleştireceğini; “mehdî” beklemenin fıtrî olduğunu dolayısıyla da bu ihtiyacın karşılanması gerektiğini; bu hadislerin içerisinde sahih, zayıf ve uydurma olanların bulunabileceğini; ancak, te’vilin çok iyi yapılması gerektiğini söyleyerek bu fikri savunanlar bulunmaktadır.


Buna mukâbil, “mehdî” ile ilgili rivâyetlerin çoğunluğunun tartışmalı olup tutarsızlıklarla ve çelişkilerle dolu olduğunu; siyâsî olan bir meselenin zamanla dînî bir şekil aldığını; bir kısım rivâyetlerin Kur’an ve sünnetle telifinin mümkün olmadığını; bu düşüncenin İslâm toplumuna büyük zararlar verdiğini;  kurtarıcı “mehdî” inancını, İslâm’ın değil “kültürün” ödünç aldığını, Kur’an varken “mehdî”ye ihtiyaç bulunmadığını; “mehdî” beklemenin bir inanç esası olarak benimsenmesinin mümkün olmadığını belirtenler de vardır.


“Mehdî” inancı ile ilgili bir diğer görüş ise, tartışmalı bu inancın Sünnîlik içerisine “tasavvuf kanalıyla ve kıssacı vaizlerin katkılarıyla” girmiş olduğu; çoğu kere bağımsız bir güç olarak kendini gösterdiği; bu hareketin toplumlar için bir “emniyet sübabı” olduğu ve İslâm toplumlarına “dînî-ictimaî ve siyâsî bir dinamizm” kattığı görüşüdür.


Ancak bu görüşe katılmayanlar; “Mehdî” inancının insanların zulme karşı eyleme geçmesini sağlamak şöyle dursun, harekete geçilmesini bile engellediğini, kitleleri mehdî beklemeye ittiğini, zulmü mehdî dışında birinin yok edemeyeceği düşüncesini zihinlere yerleştirdiğini ve Müslümanları çözümsüzlüğe ve atalete sürüklediğini” ifade etmektedirler. 


Kanaatimizce düşman istîlasından kurtulmak için başlatılan mücâdelelere “mehdî” düşüncesinin sağladığı heyecanı ve katkıyı kabul etmekle beraber, önemli olan “kurtarılmayı bekleyecek bir duruma düşmeden evvel” gereken her türlü çabayı ve gayreti göstermek ve iyi bir konumda bulunmaya çalışmak olmalıdır. Zîra bir milletin ilerlemesi ve gelişmesi için “mehdî” beklemeye değil, “çalışmaya, kendine güven duymaya, hırsa, azime, ideale, kararlılığa, gayeye, başaracağına olan inanca, teknolojik silahlar üretmeye ve geliştirmeye” vs. ihtiyacı vardır. Zira gayesiz ve hedefsiz hiçbir ilerleme mukadder değildir.
“Dünyayı fâni, hayatı hakir, hırsı haram görecek derecede seviyesi düşmüş, inancı bozulmuş, gayesi mahvolmuş bir cemiyetin” ilerlemesi mümkün olmadığı gibi, son anda içine düştüğü sıkıntılardan kendisini kurtarmayı başarması da “övünülecek ve abartılacak bir husus” değildir.


“İslâm’ın kıyâmete kadar yeryüzünde bekâsı için ümmeti koruyacak bir akıla, hidâyete götürecek bir îmâna ve kendini savunacak bir güce ihtiyacı vardır. Bunun için de ümmet, kendi hidâyetini kendisi bulmalı, kendi “mehdî”sini içinden kendisi çıkartmalıdır. Yoksa bir imam “mehdî” gelip ümmeti zillet ve fesattan, zevâle uğramaktan kurtaracak değildir. Böyle bir düşünce bâtıl bir kuruntudan ibârettir. Hem Kitab-ı Hakîm’in irşadına hem de Allah’ın sünnetine aykırıdır.”


Bununla beraber Yüce Allah’ın hiçbir insana beşer üstü bir kudret vermediğini, dünyayı düzeltmeyi, yeryüzünün tamamını adâletle doldurmayı ve insanları refaha ulaştırmayı “peygamberlerin bile başaramadığını” da unutmamak gerekir.


 “Mehdî” özlemini yansıtan rivâyetlere Buhârî ve Müslim’in eserlerinde hiç yer vermedikleri de dikkate alınacak olursa, onların kanaatlerinin de hangi yönde olduğu anlaşılır. Zîra Hz. Peygamber’in bile birçok sıkıntılara katlandığı göz önüne alındığında, “mehdî”nin kısa süre içinde dünyayı adâletle dolduracağı ve insanlar arasında refahı sağlayacağı iddiası tam bir ütopyadan ibârettir. Böyle bir durum, “kurtarıcı”yı “Hz. Peygamber’in önüne geçirmek” demektir ki bunu hiçbir Müslümanın onaylaması ve savunması mümkün değildir.


Sonuç olarak, “mehdî” ile ilgili rivâyetlerin çoğunluğu tartışmalı olup tutarsızlıklarla ve çelişkilerle doludur. Siyâsî olan bir mesele zamanla “dînî bir şekil” almıştır. Ayrıca bazı rivâyetlerin de Kur’an ve sünnetle telifi mümkün değildir. Müslümanlara büyük zararlar veren kurtarıcı “mehdî” inancını İslâm değil “kültür” ödünç almıştır. Kur’an varken “mehdî”ye ihtiyaç yoktur. Âhir zamanda gelecek ve tebliği kıyâmete kadar geçerli olacak zât/ mehdî Hz. Peygamber’dir. Hayallerindeki olağanüstülükleri yaşatacak müstakbel bir kurtarıcı beklentilerini muhâfaza edenlerin “Kur’an’a aykırı da olsa bu görüşlerini İslâm ile sentezleyerek sürdürmeye çalışmaları” yanlıştır. Kur’an’a göre âhir zamanda beklenen “Mesîh” veya “mehdî” gelmiştir; onun adı da Hz. Muhammed Mustafa’dır. (16.11.2007)
 

Önceki ve Sonraki Yazılar