Kur’an-ı Kerim, Kadın Dövmeyi Kesinlikle Yasaklar
İslam, kadına yönelik şiddeti onaylamadığı halde bazı kimseler “nüşuz” yapan kadınların dövülebileceğini iddia etmekte ve bu görüşlerini savunurken de Nisa Sûresi 34. âyeti iddialarına delil olarak getirmektedir.
Müfessirlerin çoğunluğu Nisa Sûresi 34. âyete şu anlamı vermişlerdir:
“Erkekler, kadınların koruyup kollayıcılarıdırlar. Çünkü Allah, insanların kimini kiminden üstün kılmıştır. Bir de erkekler kendi mallarından harcamakta (ve ailenin geçimini sağlamakta)dırlar. İyi kadınlar, itaatkârdırlar. Allah’ın (kendilerini) koruması sayesinde onlar da ‘gayb’ı korurlar. (Evlilik yükümlülüklerini reddederek) başkaldırdıklarını gördüğünüz kadınlara öğüt verin, onları yataklarında yalnız bırakın! (Bunlar fayda vermez de mecbur kalırsanız) onları (hafifçe) dövün! Eğer itaat ederlerse, artık onların aleyhine başka bir yol aramayın. Şüphesiz Allah, çok yücedir, çok büyüktür.”
Kur’an yorumcularını “kadınların dövülebileceği” kanaatine ulaştıran husus, “Kur’an ve sünnet bütünlüğünü” göz ardı etmeleri ve âyette geçen “darebe” fiilinin sadece “bir anlamına” bakmalarıdır. Kanaatimizce bu ayette “darebe” fiiliyle erkeklere “nüşuz yapan kadınları dövün!” denilmemektedir.
Âyeti daha iyi anlayabilmek için öncelikle “nüşuz” kavramını açıklayalım.
Nüşuz, “bazı tavır ve davranışları sebebiyle aile hukukuna başkaldırma belirtileri gösteren, aileye ihanet etme durumuna gelen, ailenin şerefine leke sürme olasılığı güçlenen kimseler” için kullanılır.
“Nüşuzundan korkulan kadın” ifadesiyle “iffetsizlik, sadakatsizlik veya flört ettiği şüphesi güçlenen, böyle tehlikeli bir yola girerek ailenin huzur ve düzenini bozan kadın” kast edilir. (Nüşuz, “aldatmanın” bir önceki aşamasıdır. Nitekim aldatma kesin delillerle ispat edildiği takdirde izlenecek yol/yöntem farklıdır.) Bu bakımdan Nisa Sûresi 34. âyette iffetsizlik yaptığına dair emareler beliren kadınlarla ilgili üç aşamalı bir plandan/seçenekten söz edilir.
(Bu arada Kur’an-ı Kerim’de “nüşuz yapan kadınların öldürülebileceğine dair” hiçbir âyet yoktur. Şu da belirtilmelidir ki, bu âyet “saliha kadınlarla” ilgili değil, tam aksine sadece “nüşuz yapan kadınlarla” alakalıdır. Dolayısıyla bu âyeti gerekçe göstererek kadınlara yönelik şiddeti meşrulaştırmak ya da savunmak son derece tehlikeli ve yanlıştır.)
Bir kısım meallerde “nüşuz” kelimesine verilen “dikbaşlılık”, “serkeşlik”, “itaatsizlik” veya “ sivrilik” anlamları kanaatimizce isabetli değildir. Zira verilen bu anlamlar erkeğin keyfi davranışlarına kapı aralamaktadır. Ayrıca “serkeşlik” ifadesi konuyu tam olarak izah edememekte, “itaatsizlik” ise aynı şekilde erkeğin keyfi uygulamalarına neden olmaktadır. (İtaatsizlik anlamı tıpkı geçmiş yıllarda “disiplinsizlik” kavramını istismar ederek keyfi kararlar alan ve bazı memurların meslekten ihraç edilmelerine yol açan seçkinci jakobenlerin uygulamalarına benzetilebilir.)
Kanaatimizce hala yazdıkları meallerde “dik başlılık”, “serkeşlik”, “itaatsizlik” veya “sivrilik” anlamlarını kullanan ve savunanların şu sorulara cevap vermeleri gerekir:
Acaba sivrilikle kastedilen nedir? Bu kime göre sivriliktir? Nasıl bir sivriliktir? Sivriliği kim tayin edecektir? Bu konuda kararı kim verecektir? Birileri keyfi olarak; “Tamam işte, sivrilik yaptı ben de onu dövdüm!” derse durum ne olacaktır?
Ayrıca kime göre dik başlılıktır? Nasıl bir dik başlılıktır? Bu herkese göre değişen/ göreceli bir konu değil midir? Bunun kararını kim verecektir? Burada da bir keyfiliğin önü açılırsa ve örneğin “karısının anne ve babasının evine gitmesini dik başlılık olarak gören ve bunu yasaklayan bir erkeğe” kim mani olabilecektir?
Bu bakımdan “nüşuz” kavramına söz konusu anlamlar yerine “iffetsizlik ve sadakatsizlik” manası verilecek olursa bütün bu problemler çözüme kavuşur. Zira sözlüklerde iffetsizlik veya sadakatsizlik “cinsel konularda ahlak kurallarına bağlılık göstermeyerek az ile yetinmemek ve gözün dışarıda olması” şeklinde tarif edilmektedir.
Bu kısa açıklamalardan sonra şimdi de ayette geçen “darebe” fiilinin anlamlarına bakabiliriz.
“Darebe” fiili Arapçada pek çok anlama gelmektedir. Mesela “bir şey üzerine bir şey oluşturmak”, “yollarda ayak ile iz oluşturmak” yani; rızık, ticaret veya savaş amacıyla yola çıkmak bunlardandır. Araplar misafire “dârib” (yol tepen, yola çıkan, yoldan gelen) demişlerdir.
Aynı şekilde “yağmurun topraktaki izi, Musa’nın denizde İsrailoğulları’na asasıyla yol açması, tuvalete defi hacet için hızlı gitmek, bir yere bir şey dikmek, bir şeyi bir şeye çarpmak, karıştırmak, koyun boyamak, suda yüzmek, akrep sokması, kalp atışı, nabız vuruşu, bir şeyi kaldırmak, el ile işaret, sıkı tutmak, kavgadan, belâdan kaçmak, bir yere varıp dikilmek, örnek vermek, uzaklaştırmak, ayırmak” gibi pek çok mana da “darebe” fiiliyle ifade edilir. (Bkz. Lisanu’l-Arap, 5/477, 483; el-Müfredat s. 294.)
Görüldüğü üzere “darebe” fiili “dövmek” anlamlarıyla meşhur olsa da başka manaları da mevcuttur.
Dolayısıyla mezkûr ayette geçen “darebe” fiiline bakıp anlamlarından sadece biri olan “dövmeyi” esas almak ve Hz. Peygamber’in hiç yapmadığı ve tavsiye etmediği bir sonuca ulaşmak doğru değildir.
Kanaatimizce bu zamana kadar yapılan yorumlar/uygulamalar “Kur’an’a ve sahih sünnete bütüncül bakılmamasından”, ataerkil anlayıştan ve bu konudaki “bilgi eksikliğinden” kaynaklanmıştır. Doğal olarak bu durum, Kur’an’ın gerektiği gibi anlaşılmasını zorlaştırmış ve İslam’ın imajının zedelenmesine de yol açmıştır.
Nitekim bu konuda yeterince dikkat ve özen gösterilerek hazırlanmayan meal ve tefsirlerin çoğunda “darebe” fiilinin “dövmeye” işaret ettiği sonucuna ulaşılmıştır. 1400 yıldır savunulan bu görüş nedeniyle de İslam maalesef tüm dünyaya doğru tanıtılamamıştır.
Bizim ulaştığımız kanaate göre “darebe” fiili âyette “dövme” anlamında değil, “evden uzaklaştırma” yani; “ayrılık” manasında kullanılmıştır. Âyette geçen “darebe” fiili dövme anlamına gelmemekte, tam tersine “geçici ayrılığı” seçenek olarak sunmaktadır.
Bu bakımdan âyette tavsiye edilen “üçlü seçenek” bize göre şu şekilde anlaşılmalıdır:
“Etkili iletişim, cinsel yalnızlık, mekânsal ayrılık.”
Konuyu biraz daha açıklamaya çalışalım.
Burada “etkili iletişim” ile kast edilen, “erkeğin eşiyle karşılıklı iletişim kurması, onunla güzel güzel konuşması, çarpıcı örnekler vermesi, ona değer verdiğini hissettirmesi, bunları yaparken samimi olduğunu göstermesidir. Eşine sevgisini fark ettirmesi, bu yuvanın yıkılmasını istemediğini en güzel şekilde anlatması, düşünmeye sevk edecek sorular sorması, hatasını kavramasını sağlaması, onunla nazik ve kibar bir şekilde konuşması, ayrıca eşini dinlemesi, onu anlamaya çalışması, ona sevgi ve merhamet göstermesi, yuvalarının yıkılmaması konusunda onu ikna etmeye vs.” çalışmasıdır.
“Cinsel yalnızlık” ile kast edilen ise, “eşini yatakta yalnız bırakması, aşağılamadan, kızmadan, küstürmeden, kırmadan, hakaret etmeden, küçük görmeden cinsel birliktelikten uzaklaşması, gerekçesini iyi bir şekilde açıklaması, yanlış davranışlarının kendisini üzdüğünü hissettirmesi, bu tavrının (nüşuz) aile yuvasını tehlikeye attığını fark ettirmesi, işin ciddiyetini anlatması, bu durumu anlamasını ve idrak etmesini sağlamaya çalışmasıdır. (Bu arada erkek de kendi muhasebesini yapmalı, eşinin böyle bir sürece girmesinde kendi rolünün olup olmadığını sorgulamalı, özeleştiri yapmalı ve varsa o da hatalarıyla yüzleşmelidir.)”
“Mekânsal ayrılık” ile kast edilen ise diğer iki seçenek sonuç vermediğinde “evden uzaklaştırma seçeneğinin” devreye girmesidir. İlk iki seçenek başarılı olmadığında üçüncü seçenek olarak kadının babasının evine, kadın sığınma evine gitmesi yahut kendi imkânlarıyla bir başka eve taşınmasıdır. Eğer kadının gidecek hiçbir yeri yoksa o takdirde koca evden ayrılıp başka yere taşınabilir. Bir kaç ay daha bu şekilde “her ikisinin boşanmanın olumsuz etkilerini düşünmelerine” imkân sağlanabilir. Kim bilir belki de bu üçüncü seçenek sonrası eşler birbirlerinin değerini çok daha iyi anlayabilir ve aile yuvasını dağılmaktan kurtarılabilir.
Ancak bütün bu seçeneklere rağmen hala sorun çözülmüyorsa, ailelerin tayin ettiği “ehil hakemler” de başarılı olamamışlarsa, artık eşlerin boşanmaları elzem olmuştur. Eşler mahkeme kararıyla boşanır ve herkes kendi yoluna gider. Kimse artık bir diğerini suçlayamaz. Çünkü her iki tarafta bütün haklarını kullanmış, kendi kararlarını özgür iradeleriyle vermiş ve başkalarını suçlama hakları da tamamen ortadan kalkmıştır. Dolayısıyla yuvanın yıkılmasının acı sonuçlarına bundan böyle ikisinin birlikte katlanmaları gerekecektir.
Özetle, nüşuzundan korkulan kadın “etkili iletişim” seçeneğiyle düzelmemişse, “cinsel yalnızlığa” terk edilir, ona değer verilmez ve hatasını anlamasına imkân sağlanır. (Bu arada erkek de kendini sorgular.) Bu seçenekten de istenilen sonuç alınamadığında ise her ikisinin daha iyi düşünmelerini sağlamak üzere “mekânsal ayrılık” maddesi/seçeneği devreye girer.
İnsan fıtratına çok daha uygun bu üçlü seçeneğe rağmen birileri; “Hayır biz döveriz. Kadınlar ancak dayaktan anlar. Dövüyorsak aile yuvasını kurtarmak için dövüyoruz. Onun iyiliğine yapıyoruz. Dövmek Kur’an’da vardır. Dayak cennetten çıkmıştır. Bazı sahâbîler de eşlerini dövmüştür. Peygamber dövmese de biz döveriz!” diyorlarsa bu, o kişilerin saplantılarıdır. Ancak bu tür anlayışlar ve yaklaşımlar bize göre son derece sakat ve çirkindir.
Görüldüğü üzere “kadına dayak savunuculuğu” şu an “olanlardır” ve maalesef “yaşananlardır.” Lakin bizim yukarıdaki tespitlerimiz ise Kur’an-ı Kerim ve sahih sünnetin ilke, amaç, maksat ve hedefine daha uygun olan, müslümanlara yakışan ve “olması gerekenlerdir.” Bu bakımdan “olması gerekenleri” savunan birine “olan yanlışları” gösterip onu eleştiriye kalkışmak sadece ve sadece hamakattır/aptallıktır/sefihliktir.
Kanaatimizce muttakilere yakışan her zaman ve her yerde adaletli ve tutarlı olmak, zulümden uzak durmak, insan fıtratına uygun davranmak ve bütün dünyanın örnek alabileceği uygulamalara imza atmaktır.
Biz “darebe” fiiline “dövme” manasını veren ve kadınların dövülebileceğini ifade edenlerin “bu düşüncelerini ifade etmelerine” saygı duymakla beraber “bu görüşe” kesinlikle katılmıyoruz. Zira bu fiilin Arapçada “ayrılık” manasına geldiği, ayrıca Hz. Peygamber’in eşi Hz. Âişe’ye iftira atıldığında onu babasının evine gönderdiği ve gerçeklerin ortaya çıkması için bir müddet beklediği akıldan çıkarılmamalıdır.
Bu itibarla dünya kamuoyu asırlardır bu âyet hakkında konuşurken, kadınlar bu âyetin yanlış yorumlarıyla suiistimal edilip kışkırtılırken, Batı dünyası İslam’a her fırsatta saldırırken, doğru yorumlar üzerinde kafa yormak her İslam âliminin boynunun borcudur. Hatada ısrar etmek doğru değildir. Zira Kur’an’ı en iyi anlayan Hz. Peygamber hiç bir zaman kadınların dövülmesini savunmamış ve her türlü dayağa karşı olmuştur. Bu bakımdan mü’minler onun bu yönünü örnek almalıdır.
Öte yandan şunu ifade edelim ki, bir kelimenin “otuz yedi anlamı” varken sadece bir anlama takılıp diğer manaları göz ardı etmek doğru değildir. Batılılar bu âyete verilen “hatalı anlam” yüzünden İslam’ın kadınlara hiçbir hak vermediğini iddia ederken, her fırsatta dinî değerlere saldırırken, bu yolda bir hayli mesafeler kat etmişken, müslümanların kendi içlerine kapanıp hâlâ Batılıları haklı çıkarırcasına dayağı savunmaları, kelimeyi tek bir anlama hapsetmeleri ve diğer anlamları göz ardı etmeleri uygun değildir. Zira Hz. Peygamber’in hiç yapmadığı ve ashabına da kesinlikle tavsiye etmediği bir uygulamayı meşru göstermeye çalışmak isabetli değildir.
Kur’an’ı açıklama görevi olan Hz. Peygamber “bu âyeti” doğru anlayıp açıklamışken, çoğunluğun görüşüne katılarak bunun tam tersini savunmak, “Ataları aklını kullanmayan ve yanlış yolda olan kimseler idiyse de mi hala ısrarla atalarının peşinden gidecekler?” diyen Kur’an’a kulak vermemektir.
Dolayısıyla Kur’an ve sahih sünnete “bütüncül bakmak” şarttır. Geçmişten gelen bazı yanlış uygulamaları körü körüne devam ettirmek, eleştirmeden alıp kabul etmek insanları yanlış yollara götürmektedir. Unutulmamalıdır ki kadına dayak konusu İslam ile ilgili değil kültürle ve gelenekle alakalıdır. İslam (Kur’an’ın ve sünnetin genel ilke, maksat, amaç ve kuralları) dayağı hiç bir şekilde tecviz etmemektedir.
Tekrar şunun altı çizilmelidir ki burada önemli olan İslam’ın yanlış tanıtılıp tanıtılmaması meselesidir.
Önemli olan, insanlığa hoş/şirin gözükmek değil, İslam’ı doğru anlayıp yaşama, en iyi şekilde tanıtabilme/temsil edebilme meselesidir.
Önemli olan, insanları özellikle kadınları İslam’dan soğutup soğutmama meselesidir.
Önemli olan, tebliği en doğru şekilde yapıp yapmama meselesidir.
Önemli olan, İslam’a atılan iftiraları en iyi şekilde açıklayıp, haksız saldırıları bertaraf edip edememe meselesidir.
Önemli olan, aklı başında insanları ikna edebilme ve onlara etkili ve doğru çözümler sunabilme meseledir.
Önemli olan, düşünen ve sorgulayan bütün insanlara tutarlı cevaplar verebilme meseledir.
Dolayısıyla tüm bunları yapmadan, âyet hakkında geçmişte yapılmış “hatalı yorum ve uygulamalara” bakarak İslam hakkında yanlış düşüncelere kapılan ve bu yüzden de İslam’ın imajını zedeleyen Batılıları suçlamak doğru değildir; zira onlar vazifelerini yapmaktadır. Bu nedenle “âyetin yanlış yorumlarına bakarak “İslam’da kadın hakları olmadığını” ısrarla ve güçlü bir şekilde seslendiren ve dünyada da epeyce taraftar toplayan kafirlere/ münafıklara/müşriklere karşı bir şeyler yapmayan tüm müslümanlar sorumludur.
Kaldı ki dayak, her dönemde dünyanın her yerinde olmuştur; bugün de maalesef olmaktadır; ama doğrusu hiç olmamasıdır. Bu da elbette zordur; ama ideal olan budur. Erkek karısını, kadın çocuğunu, usta çırağını, öğretmen öğrencisini, komutan askerini dövmemelidir. Hiç kimse bir diğerine ne fiziksel ne sözel ne de psikolojik şiddet uygulamalıdır. Kimse kimseyi hiç bir şekilde incitmemelidir. Kurallar hâkim olmalı ve herkes bu kurallara uymalıdır. Kurallara uymayanlar da suçuna denk ceza neyse onunla tecziye edilmelidir.
Sonuç olarak, müslümanlar önce kendi din algılarını/anlayışlarını gözden geçirip hatalı yorumları düzeltmeli, art niyetli kimselerin ellerine koz/malzeme vermemeli, hayat boyu dürüst ve erdemli davranışlar sergileyip tüm dünyaya örnek olmalı, kadınların kıymetini bilmeli, onları incitmemeli, Kur’an ve sahih sünnetin ilke, amaç, gaye, hedef ve maksadına uygun çözüm önerileri geliştirmeli ve bunu da dosdoğru bir şekilde anlatmalıdır. (13.01.2010)