Ahmet Emin Seyhan

Ahmet Emin Seyhan

Hz. Peygamber ve İnsanlık Onuru

A+A-

Kur’ân-ı Kerîm’de Yüce Allah, insanlar arasında herhangi bir ırk, din, renk ve cinsiyet ayırımı yapmaksızın şöyle buyurmaktadır: “Gerçek şu ki, Biz Âdemoğullarını üstün ve onurlu kıldık; karada ve denizde onların ulaşımını sağladık; temiz besinlerle onları rızıklandırdık ve onları yarattıklarımızın pek çoğundan üstün tuttuk.”[1] Bu ayetten de anlaşılacağı üzere Yüce Allah, yarattığı insanın yeryüzünde onurlu bir yaşam sürmesini istemektedir.

İnsanoğlu kendisine Yüce Allah tarafından ruh üflendiği ve sonsuz cenneti kazanma fırsatı “adeta altın tepside sunulduğu/bahşedildiği” için saygındır. O, varlık âleminin özüdür. Kâinat onun için yaratılmıştır. Bu itibarla İslâm, tüm insanlığa onurlu bir hayatın nasıl yaşanacağının yollarını göstermek üzere gönderilmiş son dindir.

İslâm, insanın yaşam hakkı, inanç hürriyeti, mülkiyet hakkı, seyahat özgürlüğü, özel yaşamın gizliliği gibi birçok hak ve özgürlükleri olduğu ifade etmiş ve bunları koyduğu kurallarla koruma altına almıştır. Peygamberler de bu temel hak ve özgürlüklerin önde gelen savunucuları olmuş ve yeryüzünde adaleti tesis etmek için çalışmışlardır. Hz. Muhammed de aynı görevi üstlenmiş, insanlık onurunu düştüğü yerden ayağa kaldırmak için gelmiş, Câhiliye dönemini kapatmış, Medine’de tüm insanlığa medeniyeti öğretmiş ve Asr-ı saadet diye bilenen o parlak dönemi yaşatarak tüm dünyaya model/örnek/rehber olmuştur.

İnsaniyet denince akla, onur, izzet, şeref, haysiyet, hak, hukuk ve hürriyet gelir. Bu değerlerin göz ardı edildiği yerde insanlıktan söz edilemez. Zira bunlar insanı diğer canlılardan ayırır. Bu itibarla “insan onuru” denilince insana ait, onu diğer canlılardan ayıran ve farklı kılan temel özellikler akla gelir. İlk insanın dünyaya gelişinden itibaren bu değerler vardır ve bunlar kıyamete kadar geçerlidir.

Onur/şeref, değerli ve erdemli olma hâlidir. Onur, kişinin kendisinde bulunduğunu kabul ettiği öz değerdir. Başkalarının kendisine duyduğu saygının dayandığı kişisel değerdir. Bu nedenle bir insan kendine saygı duymazsa, başkaları da ona saygı duymaz.

Tekrar ifade edelim ki, Allah Teâlâ insanoğluna değer vermiş, onun şerefinin korunması için her türlü tedbiri önceden almıştır. Nitekim İslâm ırkçılık yapmayı, ayrımcılığı ve ötekileştirmeyi asla kabul etmemiş, haksız ve hukuksuz yere yapılan savaşları yasaklamış, işkence ve terörün karşısında olmuştur. İslâm, gelir dağılımının adaletle yapılmasını emretmiş, çalışıp üretmeyi teşvik etmiş, hasta, engelli ve bakıma muhtaç olanların korunmasını istemiştir. Tüm bunlar insan onuruna verilen değeri gösterir.

İslâm, insanların mal varlıklarının, yer altı ve yer üstü zenginliklerinin, emeklerinin ve duygularının sömürülmesini kesinlikle yasaklamıştır.

İslâm, eğitim eşitsizliğinin, emeğe saygısızlık yapılmasının karşısında olmuş, hak edene hak ettiği ücretin zamanında ve eksiksiz ödenmesini emretmiştir.

İslâm, her türlü istismarı, insanlık dışı muameleyi ve iffetsizce yapılan işleri yasaklamış bunları engellemek için bütün tedbirleri önceden almıştır.

İslâm, insanın yaşam hakkına saygı göstermiş ve kürtajı da yasaklamıştır. Hiçbir anne-babanın, kocanın veya bir başkasının keyfi bir kararla hamile bir kadınının kürtaj yaptırmasını talep etme hakkı olmadığını ifade etmiştir. Zira dokuz ay on gün sonra dünyaya insan olarak geleceği kesin “ceninin yaşam hakkı ve onuru” vardır. Kimse onun hayat hakkını keyfi bir kararla elinden alamaz; bunu yapan İslâm’a göre cinayet işlemiş sayılır; kürtajı savunan da bu vahşi cinayette suç ortağıdır.

İslâm, açlık ve kıtlıkla boğuşan mağdur, fakir ve muhtaç insanlara yardım elinin uzatılmasını emretmiştir. Nitekim Yüce Allah, varlıklı insanları fakirlere yardım edip etmeme konusunda imtihan etmektedir. Bu bakımdan onurlu bir şekilde açlık ve kıtlığa sabredenlere ve böylelerine yardım elini uzatanlara mükâfatlar vardır.

Yüce Allah, onurlu bir yaşam için insanların ihtiyacı olan her türlü şeyi önceden planlamış, insanlığa kitap ve peygamber göndermek suretiyle neyi, nerede ve nasıl arayıp bulacaklarını öğretmiştir. Gerçekleri araması ve bulması için de akıl ve irade vermiştir. Aklını kullanmayan ve onursuz bir yaşamı seçen kişinin “ahiret gününde” kaybedeceğini bildirmiştir. Bu bakımdan insan hiçbir mazeretin arkasına sığınamaz. Zira önünde kendisi gibi insan olan model bir peygamber vardır. Onun söz ve davranışlarının büyük bir kısmı hem “yazılı kaynaklar” hem de asırlardır devam eden “yaşayan sünnet/gelenek” vasıtasıyla ulaşmıştır. Kimsenin “Benim bunlardan haberim yoktu” demesi mümkün değildir.

Hz. Peygamber Veda Hutbesi’nde on binlerce insana hitap etmiş, insanların canlarının, mallarının ve ırzlarının değerli olduğunu söylemiştir. Herkesin insanlık onurunun ve kişilik değerlerinin dokunulmaz olduğunu bildirmiştir. Yaşam ve mülkiyet hakkından, manevi kişiliğine varıncaya kadar her türlü kişilik haklarını güvence altına almıştır. Mesela Veda Hutbesi’nde Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz şu beldeniz (Mekke), şu ayınız (hac), şu gününüz (arefe) nasıl haramsa (saygıya layıksa), kanlarınız ve mallarınız da birbirinize haramdır. (Her türlü tecavüzden korunmuştur).”[2] Dolayısıyla Veda Hutbesi, insan onurunu, temel hak ve hürriyetleri teminat altına alan bir manifesto hükmündedir.

İslâm ve onu tebliğ eden Hz. Peygamber müslümanların sadece birbirlerinin canına ve malına değil, kişilik onurlarına da saygı gösterilmesini ve korunmasını emretmiştir. İnsanlık onuru açısından bakıldığında gerek Kur’ân-ı Kerîm’de gerekse Hz. Peygamber’in sünnetinde insana ve insan onuruna zarar vermesi muhtemel hususlar kesin bir dille yasaklanmıştır. Unutulmamalıdır ki Yüce Allah, insanların rengine, ırkına, mal ve mülküne, engelli olup olmadığına değil imanına, salih amellerine, dürüstlüğüne ve samimiyetine bakacaktır.

Hz. Muhammed sadece müslümanlara değil, tüm insanlığa gönderilen son peygamberdir. O bütün âlemlere (toplumlara) rahmettir.[3] Onun gayesi insanlığın Allah tasavvurunu yeniden inşa etmek ve gönülleri Allah ile buluşturmaktır. Bu nedenle o, insanlar arasında ayrım yapmamış, müslüman olsun olmasın, kadın-erkek, büyük-küçük, zengin-fakir, köle-efendi herkese merhametle davranmış, insanın onur ve haysiyetine çok büyük önem vermiştir. O, fertlerin, birbirlerinin hak ve hukukuna son derece riayet etmelerini, insanlık onurunu ayaklar altına almamaları istemiştir.

İslâm, insanlık tarihinin yüz karası olan ve akla ve mantığa sığmayan kız çocuklarının sadece kız olmalarından dolayı diri diri toprağa gömülmesini yasaklanmıştır. Böylece büyük bir katliamın önüne geçmiş, insanlık onurunun ayaklar altına alınmasını engellemiştir.

Hz. Peygamber, insanların bir eşya gibi alınıp satılmasını ortadan kaldıracak prensipler getirmiş, “Tüm insanlar bir tarağın dişleri gibi eşittir; üstünlük ancak takva iledir diyerek insanların eşitliğine ve onuruna dikkat çekmiştir. Bu nedenledir ki, İslâm’a gönül verenlerin ilki “bir köle olan Bilal-i Habeşî” olmuştur.

İnsanoğlu, Yüce Allah’ın en güzel eseri olması bakımından değerlidir. Her insan, insanlığın onurlu bir ferdi olarak toplumda yer almak ve bu şekilde tanınmak ister. Her inancın ve dünya görüşünün, kendi değer yargılarına göre bir şeref ölçüsü vardır. Kimi, mal, mülk ve servetle, kimi şöhretle, kimi üst düzey makamla, kimi kariyerle, kimi ailesi, memleketi ve ırkı ile kimi de inancı ve inancına uygun bir yaşam tarzıyla onurlanmak ister. Ancak bu konuda İslâm’ın ortaya koyduğu temel prensip evrenseldir ve çağlar ötesine de hitap eder.

İslâm’a göre bir insanı onurlu yapan “onun çabalarıyla ortaya koyduğu erdemli söz, fiil ve davranışlardır.” Şeref/onur soy, sop, ırk, renk ile elde edilmez. Bütün bunlar izafi ve gelip geçicidir. Zira bunlar insanın kendi kazanımları sonucu değil doğuştan gelen şeylerdir. Ayrıca makam, mevki, rütbe, para, servet, mal ve mülk gibi gelip geçici şeylerle övünmek ve bunu üstünlük vesilesi görmek de doğru değildir. Bir insan, insanlığın yararına ürettikleri, icatları, keşifleri, sağlam kişiliği, ahlakı, samimiyeti ve diğer insanlara karşı gösterdiği tavır ve davranışlarıyla değer/onur kazanır. İnsan onurunu “soy, sop, fizikî güzellik, kabile, aşiret veya servetinden” elde etmez.

Hz. Peygamber nazarında tüm insanlar değerlidir. O, insanların rengine, makamına, ırkına, fakir veya engelli olup olmadığına bakmamış, bizatihi insana “insan olarak” değer vermiş ve tüm insanların Allah’ı bilmeleri ve tanımaları için uğraşmıştır. Çünkü insanı Allah katında onurlu ve değerli kılan şey, Yüce Allah’a olan imanı, teslimiyeti ve samimiyetidir. Zira onur/izzet/şeref, ancak ve ancak Yüce Allah, O’nun Rasûlü ve muttaki mü’minler iledir.[4]

Hz. Peygamber, muhatap olduğu her insanla yakından ilgilenmiş, onlara değerli olduklarını hissettirmiştir. Sahâbenin sıradan gördüğü bir şahsın onun yanında mutlaka bir değeri olmuştur. Allah Rasulü, Mescid-i Nebevî’yi gönüllü olarak temizleyen yaşlı bir hanımı birkaç gün göremeyince nerede olduğunu sormuş, vefat ettiğini duyunca, “Bana haber vermeniz gerekmez miydi?[5] diyerek sitemini dile getirmiş ve gidip o hanımın mezarının başında dua etmiştir.

Hz. Peygamber sadece arkadaşlarına karşı değil, başka din mensuplarına da saygılı davranmıştır. Bir seferinde Allah Resulü ashabıyla birlikte açık alanda otururken yanlarından bir cenaze geçmiştir. Allah Resulü ayağa kalkmış, bunun üzerine bir sahâbî; “Ama ya Resulallah! O bir yahudi cenazesiydi, deyince Peygamberimiz: ‘Olsun o da bir insan değil miydi’?[6] demiştir. Görüldüğü üzere Hz. Peygamber, insana insan olduğu için saygı göstermiştir. Bu bakımdan insana insan olduğu için değer vermek de ahlâkî bir erdemdir. Zira insanlara saygılı olan kişi herkesten saygı görür.

Dinî değerlerden uzak, maneviyat ile bağını koparmış felsefe ve ideolojiler bu zamana kadar insana hak ettiği onuru ve değeri verememiştir. Çünkü bu tür sistemler maddeyi öncelemiş, maneviyatı yok saymış ve insanı daha da değersiz hale getirmiştir. İnsan onurunu göz ardı eden, bireyselliği körükleyen, fakiri daha fakir, zengini daha zengin yapan, düşeni ezen, sömürüye kapı aralayan tüm sistemler insanlara mutluluk getirememiştir. Her şeyi maddiyat olarak gören bencil, egoist, çıkarcı kimselerin ürettikleri beşerî modeller insanlık onurunu ayıklar altına almış ve insanı insanca yaşatamamıştır.

Bu itibarla Hz. Peygamber’in insanlığa onur katma mücadelesi ve insana bakışı doğru anlaşılmalıdır. İnsanlığı içine düştüğü sıkıntı ve problemlerden Hz. Peygamber’in örnekliği ve rehberliği kurtaracaktır. Zedelenen insanlık onurunun tekrar hak ettiği konuma yükseltilmesi ve özlemle beklenen günlerin gelmesi ancak Kur’ân’a ve sahih sünnetin ilkelerine ittibâ etmekle mümkün olacaktır.

Günümüzde dünyanın pek çok yerinde insanlık onuru ayaklar altına alınırken bunları sadece seyretmek ve hiçbir şey yapmadan kan ve gözyaşının akmasını beklemek, kendi menfaatleri gereği savaş kışkırtıcılığı yapmak, daha çok silah satmak için barış görüşmelerini sabote etmek ve ayrılıkları körüklemek yanlıştır. Şeref yoksunu insanların böyle yapmaları karşısında şeref sahibi insanların da seslerini yükseltmeleri elzemdir.

Sonuç olarak, Suriye’de, Irak’ta, Somali’de, Mali’de, Filistin’de, Doğu Türkistan’da, Myanmar’da, Arakan’da, Yemen’de ve başka coğrafyalarda insanlık onuru zedelenirken bir müslümanın evinde keyif içinde oturması, mazlumlara bir duayı bile çok görmesi düşünülemez. Dolayısıyla insanlık onuruna sahip çıkan bir mü’min hiç olmazsa/en azından kalbiyle bu kötülüğü onaylamaz. Bu zulümleri engellemek için çaba sarf eder veya gayret edenlere destek olur. Zira mazluma destek olmak tüm müslümanların öncelikli görevidir.[7] İnsana insan olduğu için değer vermek ahlâkî bir erdemdir. Her mü’min, bu erdemi kişiliğinin bir parçası haline getirmek zorundadır. (19.04.2013)

 

[1] İsra, 17/70.

[2] Müslim, Hac, 147.

[3] el-Enbiyâ 21/107.

[4] el-Münafıkun 63/8.

[5] Buhari, Cenaiz, 66.

[6] Buhari, Cenaiz, 50; Müslim, Cenaiz, 24.

[7] en-Nisâ 4/74-77.

Önceki ve Sonraki Yazılar