Ahmet Emin Seyhan

Ahmet Emin Seyhan

Farklı Mezhebe Mensup Müslümanlar Savaşırlarsa Ne Yapmalıdır?

A+A-

Müslümanlar da zaman zaman içlerindeki şeytanî sese kulak vererek zulüm yapabilir, yanlış kararlar alabilir, hak ve adalet sınırlarını ihlal edebilir. Nitekim Kur’ân, müslümanların da böyle bir yanlışa düşebileceklerini haber vermektedir. Bu tür durumlarda bir tarafın haksız ve azgın olduğu, keyfi kararlar aldığı ve diğer tarafı ezmeye kalkıştığı açıktır. Zira her iki tarafında sonuna kadar haklı oldukları durumlar ya yoktur ya da yok denecek kadar azdır. Genellikle bir taraf aşırı saldırgan, haksız ve zalimdir. Diğer taraf ise zulme maruz kalmış, zayıf ve çaresizdir, hakkını arama ve kendini savunma çabasındadır ve yardıma ihtiyaç duymaktadır.

Pekiyi böyle bir durumda dünyadaki diğer müslümanlara düşen vazife nedir? Kur’ân-ı Kerîm böyle bir durumda onlara hangi sorumluluğu yüklemektedir?

Kur’ân’a bakıldığında, çoğunluğunu müslümanların oluşturduğu iki devlet, grup veya mezhep mensubu kendi aralarında savaşa tutuşurlarsa diğer müslümanların yapması gereken çok önemli görevler olduğu görülür.  

Bu konuda Kur’ân-ı Kerîm’in emri açıktır. Ayet-i kerimeyi birlikte okuyalım.

“O halde, mü’minler içinden iki grup çatışırsa/savaşırsa onlar arasında barışı sağlayın; ama sonra, iki [grup]tan biri diğerine haksız şekilde davranırsa, [davranışı]nı Allah'ın buyruğuna uygun hale getirinceye kadar, haksızlık yapan taraf ile mücadele edin. Eğer (onlar yaptıklarından) vazgeçerlerse adil bir şekilde aralarını bulun ve [onlara] eşit davranın: çünkü Allah, eşit davrananları sever! Bütün mü’minler kardeştir. O halde, [her ne zaman araları açılırsa] iki kardeşinizin arasını düzeltin ve Allah'a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun ki O'nun rahmetine nail olasınız.”[1]

Görüldüğü üzere iki müslüman grup veya iki farklı mezhep kavgaya tutuşursa yapılması gerekenler bellidir. Tüm mü’minler bu iki grup arasında barışı sağlamak ve adaleti yeniden tesis etmekle görevlidir. Nitekim bu ayette barışın tesis edilmesine ve özellikle İslâm kardeşliğine vurgu yapılmaktadır.

Öte yandan bize göre savaşı durdurmak için müslümanlarının çoğunun yaptığı gibi sadece “sözlü dua” etmek yeterli değildir. “Fiilî duayı” göz ardı etmek büyük bir eksiklik, kusur, tembellik, korkaklık ve sorumsuzluktur.

Bununla birlikte her kim “Dua etmekten başka yapılacak bir şeyimiz yok!” veya “Elimizde duamızdan başka bir şeyimiz yok” diyorsa bunu söyleyen kimse ya Kur’ân’ı bilmiyordur ya da zalimlerle işbirliği içindedir. Zira bir mü’min mutlaka doğru ve haklı olanın yanında “sadece diliyle değil” canıyla ve malıyla yer almak ve adaletin gereğini yerine getirmek için sonuna kadar çırpınmak zorundadır.

“Bana ne! Bana dokunmayan yılın bin yıl yaşasın”, “Ben karışmam, onlar zaten bizim gruptan, bizim mezhepten, bizim aşiretten, bizim tarikattan değiller”, “Oh oldu; onlar da bunu hak ettiydi zaten? Size ne demokrasiden, özgürlüklerden, hak ve eşitlikten? Otursalardı oturdukları yerde!” gibi sözleri söyleme hakkına kâmil bir mü’min asla sahip değildir. Zira haksızlık yapana karşı ortak tavır takınmak, bunu sonuna kadar savunmak ve alınan kararlara uymak İslâm’ın emridir.

Öte yandan saldırgan tarafa zaman kazandırmak amaçlı oyalama taktiklerine başvurmak, el altından gizlice zalime destek vermek, silah ve cephane göndermek de son derece yanlış olup, bunlar olgun bir mü’mine yakışmayacak davranışlardır. Böyle yapanların ahirette çok büyük bir azapla karşılaşacakları aşikârdır.

Şurası bir gerçektir ki Yüce Allah, koyduğu evrensel hukuk ilkelerine uyuncaya kadar haksızlık yapan zalim tarafla gerektiğinde savaş bile yapılmasını emretmiştir. Demek ki mü’minler haksızlıklar karşısında susmayacak, hatada ısrar eden ve zulüm yapan tarafı etkisiz hale getirinceye kadar en güzel mücadele metodunu sergileyecektir. Eğer saldırgan taraf barışa yanaşmıyorsa, gerektiğinde o zalimlere diz çöktürünceye kadar savaşacaktır. Ama bugün yapılan sadece “hamaset dolu sözler söylemek, edebiyat parçalamak, duygu sömürüsü yapmak, taraflara itidal çağrısında bulunmak” gibi komik ve çocuksu şeylerdir.

Diğer taraftan Suriye’deki iç savaşı “sanki mezhep savaşıymış gibi göstermeye kalkışmak” da doğru değildir. Ortada öncelikle bir mezhep savaşı yoktur; tam aksine “güçlünün zayıfı ezmesi; hak ve özgürlük mücadelesi; insanca yaşam talebi ve gelir dağıtımının adaletle yapılması isteği” vardır. Dolayısıyla meseleye tek taraflı bakmak ve müslümanları eksik bilgilendirmek yanlıştır. Kur’ân’ın yukarıda bahsettiğimiz âyetini görmezlikten gelmek ve çözüm önerileri ortaya koymamak ciddi vebaldir.

Bu ayetten anlaşıldığına göre müslümanlar arasında da zaman zaman anlaşmazlıklar yaşanabilir, kavgalar olabilir. Yapılması gereken bu kavgaları seyretmek değil, tedbir alıp itiş kakışa, saldırıya, iç savaşa son vermektir. Aksi takdirde mü’minler birbirleriyle uğraştıkları için güçleri zayıflayacak, zamanları ve enerjileri boşa harcanmış olacaktır.[2]

Konuyu bir misalle açıklamaya çalışalım. Herhangi bir ülkede zalim bir diktatör kendi koltuğu veya mezhebinin/ırkının çıkarı için aynı toplumda birlikte yaşadığı diğer mezhep mensuplarına/ırklara şiddet uyguluyor, haklarını ellerinden alıyor, üzerlerine bombalar yağdırıyor, füzeler atıyor, kimyasal silah kullanıyor, toplu katliamlara girişiyor ve acımasızca insanları öldürüyorsa, bu “savaş suçu” da ciddi delillerle tespit edilmişse, dünyadaki diğer tüm müslümanlara düşen görev, “mazlum olan tarafın yanında yer almak” ve gerekirse bu zalimle savaşmaktır.

Eğer müslümanların çoğunluğu korkularından evrensel ilkelerin değil de, gücün, paranın ve silahın yanında yer alır, mazlum insanların öldürülmesini seyreder, üstelik “yanlış bir dua anlayışının” arkasına sığınarak “pasif bir tutum” sergiler, zalim tarafa zımnen destek olurlarsa bu mü’mince bir tavır olamayacaktır. Elbette “kavlî dua” olmalıdır; buna kimsenin diyeceği yoktur. Ancak “sözlü dua” asla tek başına yeterli değildir ve “fiilî duanın” da artık devreye girmesinin zamanı gelmiş hatta geçmektedir.

Öte yandan sadece bu ayette değil başka ayetlerde de haksızlıklara engel olma tavsiyesi söz konusudur. Mesela şu ayeti birlikte okuyalım ve düşünelim.

“Erkek ve kadın mü’minlere gelince onlar birbirlerinin yakınlarıdırlar: [hep] iyi ve doğru olanın yapılmasını tavsiye eder, kötü ve zararlı olanın yapılmasına ise engel olurlar…”[3]

Görüldüğü üzere erkek ve kadın mü’minlere düşen vazife gördükleri münkerâtı engelleme çabası içine girmeleridir. Yüce Allah’ın rahmetine nail olmak isteyenlerin yapması gereken budur. Zira ayet-i kerime bunu emretmektedir. 

İyiliklerin yayılması için çabalamayan, zalimlerin yaptığı zulmü utanmadan seyreden, üstüne üstlük bir de zalime destek olan, evrensel hukuk ve ahlâk ilkelerinin değil ulusal çıkarın, gücün, paranın ve silahın yanında yer alan, mazluma bir tekme de kendisi vuran, garibi kendi haline terk eden bir müslüman, bu görevlerini ihmal etmesi nedeniyle Allah Teâlâ’nın rahmetinden kesinlikle uzak kalacağını bilmelidir. Kimyasal silahlarla öldürülmüş bebeklerin son çırpınışları karşısında içi sızlamayan, onların cansız bedenlerini seyrederken gözyaşı dökmeyen, bir şey yapamadığı için üzülerek hıçkırıklara boğulmayan kimse kâmil bir mü’min olamamıştır ve olamaz.

Çünkü Yüce Allah’ın rahmetine nail olmanın ölçüsü, din kardeşliğini tesis edip onu devam ettirmektir. İyiliği emredip kötülükten sakındırmaktır. Namazında devamlı ve duyarlı olmaktır. İçindeki sürekli kötülükler fısıldayan şeytanî sesi/İblis’i etkisiz hale getirmektir. Şeytanlaşmış insanlardan uzak kalmaktır. Kur’ân-ı Kerîm ve sahih sünnetin ilkelerine tam teslimiyet ve derin bir bağlılık göstermektir.

İşte sayılan tüm bu özellikleri kişiliğinin ve karakterinin bir parçası haline getiren mü’minler Yüce Allah’ın rahmetiyle karşılaşacak ve cenneti hak edeceklerdir. Dolayısıyla Allah’ın rahmetine nail olmak isteyenlerin yapması gerekenler bellidir. Mezkûr ayette verilen mesajları görmezlikten gelmek asla doğru değildir. 

Sonuç olarak, iki müslüman kabile, grup, mezhep veya devlet kendi aralarında savaşa tutuşurlarsa yapılması gereken, daima barış ve adaletin tesisi için çalışmaktır. Haklının yanında yer almaktır. Barışa yanaşmayan tarafa gerektiğinde haddini bildirmektir. Bu uğurda gerekirse savaşı göze almaktır. Zira böyle bir savaş Allah yolunda yapılacak bir savaştır. Çünkü bu emri Kur’ân’da veren bizzat Yüce Allah’ın kendisidir. Bu ayet sanki hiç inmemiş gibi davranmak, zulmü seyretmek, zalimi savunmak ve çıkarı gereği onunla işbirliği yapmak İslam’ı zerre kadar bilmemektir. (13.09.2013)

 

[1] el-Hucurât 49/9.

[2] el-Enfâl 8/46.

[3] et-Tevbe 9/71.

Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.