Ahmet Emin Seyhan

Ahmet Emin Seyhan

Ey İnsan! Muskacıya Değil, Rabbine Dön!

A+A-

Her şeyden evvel şunu ifade edelim ki, insanın içindeki şeytânî sesi aktif hale getiren, maddî ve manevî hastalıklara yakalanmasına sebep olan yine insanın bizzat kendisidir. İrade zayıflığı, ümitsizlik hali, ne yapacağını bilemeyiş, kararsızlık, şüphe ve tereddütlerdir. İçindeki Rahmanî sese/bozulmamış temiz vicdanının sesine/melekânî sese kulak vermeyiştir. Bunun yerine içindeki şeytânî sesin ilginç öneri ve tekliflerine kanmasıdır, onun vesveselerinden etkilenmesidir, ona teslim olmasıdır. Oysa şeytana teslim olmak insana kaybettirir. İçindeki şeytânî sesin tavsiyelerine harfiyen uyan ve onu etkisiz hale getirmeyen zararlı çıkar.[1]

Bu itibarla doktorların da ifade ettiği üzere psikosomatik hastalık, beden üzerinde de etkisini gösteren zihin kaynaklı bir hastalıktır. Bu rahatsızlık, “güvenme ve inanma hissini kaybeden insanlarda” görülür. Bu hastalığı insanın kendi beyni üretir. Nitekim bir bilgisayar virüsü nasıl mekanik kısma zarar vermiyor, ama programları çökertip onu işleyemez hale getiriyorsa, zihinsel zafiyetlere neden olan her türlü zararlı inanç, fikir, düşünce ve kanaat de insanı yavaş yavaş çökertir.

Çünkü her insanın beyni, hem iç hem de dış etkilere açıktır. İnsandaki aşırı heyecan, aşırı korku, aşırı hüzün veya aşırı sevinç hâli beyin programının değişmesine neden olabilir. İnsan, bütün bunların nasıl ve niçin meydana geldiğini tam olarak bilemediği için yaşadığı bu durumu görünmez varlıklara/cinlere, şeytanlara veya perilere bağlar. Bozuk ruh haliyle yaşamaya devam eder.

Ancak bu hastalığın çaresi yine insanın kendi elindedir. İyileşmek istiyorsa yapması gereken sadece ilaç tedavisi değil, aynı zamanda Yüce Allah’a yöneliştir.

Nitekim sağlam ve sarsılmaz imana sahip olan sağlıklı bir zihin böyle olumsuz düşünce ve fikirlerle baş edebilir. Çünkü böyle birinin “tahkikî imanı ve sağlam tevekkülü”, onun akıl ve ruh sağlığı için “anti-virüs programı” gibidir. Onu her türlü zararlı etkilerden, iç ve dış düşmanlardan korur. Kur’ân’ın da ifade ettiği üzere Yüce Allah dilemedikçe kimsenin ona zarar vermesi mümkün olmaz. Ayetleri birlikte okuyalım.

“Allah sana bir zarar verirse, onu O'ndan başkası gideremez; eğer sana bir iyilik de verirse, şüphesiz O, her şeye gücü yetendir.”[2]

“Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa, onu yine O'ndan başka giderecek yoktur. Eğer Allah sana bir hayır dilerse, O'nun lütfunu geri çevirecek de yoktur. O, lütfunu kullarından dileyene (Allah’ın fazlını, lütfunu ve rahmetini daima dualarında isteyene, bunu hak etmek için Allah’ın emrettiklerini eksiksiz yapana) ulaştırır. O, affedicidir; merhamet sahibidir.”[3]

Görüldüğü üzere Yüce Allah’a tam anlamıyla inanan ve teslim olan kadın ya da erkek güvende olur. Böylesine yürekten inanan biri Yüce Allah’a tam anlamıyla tevekkül ederse hiçbir görünür (kâfir, münafık, müşrik, ateist, deist, agnostik, nihilist, vs.) veya görünmeyen içindeki şeytan (şeytânî ses) ona zarar veremez. Tersi olduğunda ise insan kendi manevî çöküşünü kendisi hazırlar, tedaviyi, türbe, yatır, muskacı, cinci, üfürükçü, falcı, medyum veya astrologlarda arar.

Oysa yapması gereken bu yerlere ya da o sahtekârlara gitmek değildir. Tam tersine bu hastalıktan kurtulmak için Allah Teâlâ ile iletişimini sağlamlaştırmasıdır. O’na tam anlamıyla teslimiyetidir. Bütün benliğiyle O’na imandır. O’nun emir ve nehiylerine uymaktır. Sadece O’ndan istemektir. O’na kulluğu eksiksiz yapmaya çalışmaktır. O’ndan geldiğine ve yine O’na döneceğine kayıtsız, şartsız, şeksiz ve şüphesiz imandır.

Nitekim bütün vesveselerin kaynağı, imanı pamuk ipliğine bağlı olan ya da yakîn (kesin) olarak inanmamış bir insanın içindeki şeytanî sese veya şeytanlaşmış insanlara kulak vermesidir. Bu vesveselerin etkisiyle ürettiği bozuk/sakat düşüncelere teslim olmasıdır.

Oysa zihne çok önceden kurulmuş “sağlam ve güvenilir bir anti-virüs programı” olsaydı insanı etkisi altına alması muhtemel her türlü vesvese, zararlı ve kötü düşünce daha en başta bertaraf edilebilirdi. Dolayısıyla anti-virüs programını aktif hale getirmeyen birinin başkalarını suçlamaya hakkı yoktur. Suçu kadere yükleme kolaycılığına kapılması da sadece züğürt tesellisidir. Zira bu kötü sonu çok önceden bilerek ve isteyerek kendisi hazırlamıştır. Dönüp düzeltmesi gereken kendi yanlış inançlarıdır. Kötü duygu ve düşünceleridir. Günaha yatkınlık oluşturan zihinsel tavrıdır. Kötü arkadaşlarıdır. Hayata olumsuz bakışıdır. Şükür eksikliğidir. Şikâyet çokluğudur. Kendi kötü eğilimleri, sözleri ve davranışlarıdır. Başkalarından aldığı beddualarıdır. Kul hakkı ihlalleridir. Büyük konuşmalarıdır. Ettiği gıybetlerdir. Attığı iftiralardır. Yaptığı tembelliklerdir. Çevreye verdiği zararlardır. Zamanını boş ve anlamsız şeylerle tüketmesidir. İçindeki şeytânî sesin çağrısına hiç düşünmeden koşması ve denilenleri birebir yapmasıdır. Suçu ve suçluyu kendi içinde değil hep başka yerlerde aramasıdır. Hevâ ve heveslerini ilah edinmesidir. Zora talip olmaktan kaçmasıdır. Sorumluluk almak yerine, işin hep kolayını/basitini seçmesi ve mükellefiyetlerini başkalarının sırtına yüklemesidir.

Sonuç olarak, insanoğlu bu dünyada imtihan olduğunu bilmeli ve bunu asla aklından çıkarmamalıdır. Çünkü ömrü de yapacakları da sınırlıdır. Aciz ve sınırlı olduğu gerçeğini idrak etmeli, aşkın olan Yüce Yaratıcıya tam anlamıyla teslim olup rahatlamalıdır. Zira bu dünya hayatı oyun ya da eğlence olsun diye değil, derunî bir anlam ve amaç üzere yaratılmıştır. Mahlûkat içinde çok özel olarak yaratılıp da kendisine bahşedilen bu imkân ve kabiliyetleri inkişaf ettirmeyen, bütün suçu şeytana, kadere, nefse veya başkalarına atan insanların yanlış yaptıklarını bilmeleri ve hatadan dönmeleri kendi lehlerinedir. (22.02.2013)

 

[1] el-A’la 87/14-15; el-Şems 91/9-10.

[2] el-En’âm 6/17.

[3] Yunus 10/107.

Önceki ve Sonraki Yazılar