Ahmet Emin Seyhan

Ahmet Emin Seyhan

Deccal'in çıkması kıyamet alameti midir?-1

A+A-

 (دجال) “Deccâl”; sözlükte “bir şeyi örtmek, yaldızlamak, boyamak, kandırmak, karıştırmak, yalan söylemek, aldatmak” anlamındaki (دجل) “de ce le” kökünden türeyen bir kelimedir. “Deccâl”,  “hakkı batılla karıştıran, sözü süsleyip batılı hak gösteren, çok aldatan, çok yalancı kimse” demektir. Klasik kaynaklarda ise, “âhir zamanda ortaya çıkıp göstereceği hârikulade olaylar sayesinde bazı insanları dalâlete sürükleyeceğine inanılan kişi” şeklinde tarif edilmektedir.

 “Deccâl” kelimesi Kur’an-ı Kerim’de geçmemektedir. Kitâb-ı Mukaddes’te ise, âhir zamanda gelecek olan, “küçük boynuz, canavar” gibi sembollerle tasvir edilen, “Allah’ın mâbedini tahrip eden” ve “O’na karşı gelen güçlü bir varlık” olarak tanıtılmaktadır. Yahûdîler “deccâl”i kendilerini kurtaracağına inandıkları “Mesîh’in muhalifi” olarak görmektedirler. Onlara göre “deccâl”, “Mesîh”in semavî ve ebedi krallığına karşın, geçici dünyevi şeytanî gücü ve şeytanın krallığını temsil etmektedir ve Dâvud’un neslinden gelecek bir “Mesîh” tarafından öldürülecektir. Hıristiyanlık’ta ise, “âhir zamanda zuhûr edecek düşman”, “fesat adamı, helak oğlu” şeklinde tanıtılmakta olup, kıyâmetin bir alâmeti olduğuna inanılmaktadır.

Yahudî ve Hıristiyan tarihlerinin incelenmesi sonucu, “deccâl” inancının yayılmasına eski efsânelerin “mevcut  siyasî durumlara göre” yorumlanmasının yol açtığı, Yahudî ve Hıristiyanlara zulmedenlere zamanla efsânevî bir hüviyet kazandırıldığı ve böylece menkıbeler oluşturulduğu anlaşılmaktadır.

“Deccâl” konusu ile ilgilenen müsteşriklerden bazıları, İslâm’daki “deccâl” telakkîsini tamamen Ehl-i kitâb’a dayandırmışlarsa da, bu iddiaların isabetli olmadığı, benzerlikler bulunduğu, ancak bunun da mutlaka birinin diğerinden aldığı anlamına gelmeyeceğini ifâde edenler vardır. Fakat bütün bunlara rağmen kanaatimizce “ciddî bir etkilenmenin” olduğu da gözden kaçmamaktadır. Zîra Kur’an’ın “karanlık” olarak nitelendirdiği cahiliyye aklının “mâkul” olana değil, “mahsus” olana, akleden kalbe değil, efsâneye dayandığının en güzel delilinin cahiliyye edebiyatı olduğu ve sözlü olan bu edebiyatın kâhinler, arraflar, şairler ve kıssacılar tarafından temsil edildiği bilinmektedir.

Toplumun ortak hafızasını temsil eden bu zümrelerin sözlerini “anlam öncelikli” değil, “etki öncelikli” kullandıkları ise mâlumdur. O dönemde gerek manzum, gerekse mensur olsun tüm ürünlerin “bilgi taşımaktan ziyâde” dinleyenler üzerinde “etki uyandırmak, duygularını harekete geçirmek” maksadıyla “icrâ” edildiği ve akıldan ziyâde “hislerin ön plana çıkartıldığı” görülmektedir. Nitekim duygulara hitap edilirken insanlara daha kolay tesir edebilmek ve onları etki altına alabilmek amacıyla efsâneler kullanılmış ve sembollere de yoğun bir şekilde başvurulmuştur. Çünkü mitolojik düşünce, temelde sembolleştirici bir düşüncedir. Çoğu zaman bu mitolojik düşüncede olaylar “gizemli, çözülmeye muhtaç bir biçimde kılık değiştirerek ve mantık ötesi bir özellik” taşıyarak anlatılmaktadır. İnsanın ruhunun tâ derinliklerinden fışkırarak gelen oluşumlar, korkular, hayaller ve tasavvurlar, sembolik bir dille diğer insanlara ulaştırılmaktadır. Bu nedenle sembolik anlatım, dinleyenin zihninde “hayallerle canlanarak” daha net bir şekilde belirmekte ve akılda daha kalıcı olmaktadır.

Bununla beraber, düşüncelerin anlatımı esnasında tesiri artırmak maksadıyla “mecaz ve teşbihte aşırıya gidilmesinin” yanlış inanç ve tasavvurların doğmasına yol açtığı gerçeği de göz ardı edilmemelidir. Nitekim Budizm ve Hinduizm’de sembolleştirme ve teşbihte aşırıya kaçılmasının doğal bir sonucu olarak adeta yitmiş olsa da, içten içe bir öz halinde tevhîd düşüncesinin yattığı, antropomorfik unsurların ayıklanmasıyla tevhîd pırıltılarının daha iyi müşahede edilebileceği ifâde edilmektedir.

Görüleceği üzere, insanların algılamalarını kolaylaştırmak maksadıyla sembollerle anlatılan bazı hakikatlerin zamanla yanlış anlaşılıp aktarılması, verilmek istenen esas mesajın tam kavranamayıp unutulması veya değiştirilmesi mümkün olabilmektedir. Teferruatla uğraşıldığında “bütün” göz ardı edilmekte ve “parçacı yaklaşımlar” esas yörüngeden sapmaya neden olmaktadır. Dolayısıyla, tekrar doğru rotaya dönebilmek için sapmanın olduğu yere varılması ve hataların bulunup düzeltilmesi gerekmektedir. Bu arada istikametten ayrılmamak için ise, Kur’an-ı Kerim’in ve sahih sünnetin ortaya koyduğu ölçülere göre hareket edilmesi icap etmektedir.

Temel esaslar yanlış algılanıp aktarıldığında tevhîd inancında bile asıldan uzaklaşıp ârizî olanın etkisine girilmesi söz  konusu olduğuna göre “deccâl” hususunda da Yahûdî ve Hıristiyan kültürlerinden bir etkileşimin olması mümkündür. Bu bakımdan, “deccâl” ile ilgili anlayışların arkasında yatan nedenler iyice araştırılmadan, yabancı unsurların etkileri doğru tespit edilmeden, sağlam bir muhakemeyle problemler çözüme kavuşturulmadan, sağlıklı bir din anlayışına ve istenilen hedeflere ulaşmanın mümkün olamayacağı açıktır.

Bu itibarla, kaynaklarda sembolik bir dille anlatılan “deccâl” ile ilgili rivâyetlere bu açılardan bakılmasının önemi bir kez daha ortaya çıkmış olmaktadır. Bir başka ifâdeyle, sembolik olarak anlatılan bir hususun müşahhas hale getirilmesi ve buradan yanlış tevillere sapılması doğru neticeler doğurmamaktadır. Bu sebeple gerçeklerden uzaklaşılmaması için kastedilen anlamın ne olduğunun büyük bir dikkat ve titizilikle tespit edilmelidir.

Hadis mecmûalarındaki bazı rivâyetlerde “deccâl”in âhir zamanda geleceği, yeryüzünde kırk gün kalacağı, ilahlık iddiasında bulunacağı, sonunda Hz. Îsâ tarafından öldürüleceği; gözünün birinin kör olduğu, alnında “kâfir” yazılı olacağı; Yahûdî asıllı İbn Sayyâd’ın da “deccâl” olabileceği; Temim ed-Dârî’nin ıssız bir adada “Cessâse” adındaki bir hayvanın yardımıyla “deccâl” ile görüştüğü; “deccâl”in İstanbul’un fethinden sonra ortaya çıkacağı; “deccâl”in şerrinden emin olmak için Kehf sûresinin ilk âyetlerinin okunması gerektiği; otuz civarında “deccâl”in ortaya çıkacağı gibi farklı “deccâl” portrelerinin çizildiği görülmektedir. Bu rivâyetler arasında çelişki olmadığını iddia edip savunmaya çalışan İslâm âlimleri olduğu gibi, çelişkiler bulunduğunu söyleyenler de vardır.

Diğer taraftan orta yolu takip ederek “isnâd açısından sahih kabul edilen” deccal ile ilgili rivâyetlerdeki ifadelerin “mecâzî ifadeler” olduğu ve “güçlü bâtılın zaman zaman hakka galip olacağı” şeklinde yorumlayanlar da olmuştur. Bununla birlikte, bu yorumların zaman içerisinde farklı anlayışlar kazanacağını söyleyerek “tevakkuf edilmesi” gerektiğini belirtenler de bulunmaktadır.

Bazı İslâm âlimleri ise, bu konudaki rivâyetlerin Kur’an-ı Kerim ve sünnet ile telif edilmelerinin mümkün olmadığı kanaatindedir. Onlar, “mehdî”, “deccâl” ve “Mesîh” beklentilerinin “hasta akılların ürünü” olduğunu, yeryüzünde bu tür efsânelere yer olmadığını, mitolojik “deccâl” inancının Yahûdî ve Hıristiyanlara ait olup bu kültürlerden İslâm’a intikal ettiğini ileri sürmektedirler.

Sonuç olarak, deccal ile ilgili bazı uydurma hadisler olsa da “sahih olan hadislerdeki” teşbih ve mecâzî ifadeler doğru anlaşılmalıdır.[1] (12.10.2007)

 


[1] Ayrıntılı bilgi için Dr. Ahmet Emin SEYHAN’ın, “Hadislerde Kıyamet Alametleri” adlı kitabına bakılabilir. Moralite Yay., İstanbul, 2006, s. 178-183.

Önceki ve Sonraki Yazılar