Cami, Dergâh, Tekke ve Cemevî Meselesi
Mezhebi ne olursa olsun bütün müslümanların ortak mâbedi camidir. Tekke, dergâh, zâviye ve cemevleri ise farklı tarikat, mezhep ve cemaatlerin özel olarak bir araya geldikleri, sohbet ettikleri, eğitsel ve kültürel faaliyetlerde bulundukları mekânlardır. Bunların hiçbirisinin “caminin yerini tutması” söz konusu olamaz. Zira ortak ibadet mekânı camidir; tekke, zâviye, dergâh ve cemevleri ise caminin hiçbir zaman alternatifi değildir.
Şiîlerin çoğunlukla yaşadıkları yerlerde de ibadethaneler camilerdir ve tüm müslümanların buralarda Yüce Allah’a kulluk ettikleri bilinen bir gerçektir. Çünkü Sünnîler, Şiîler ve Alevîler müslümandır ve hepsi “aynı Allah'a, Peygamber’e, Kur'an'a ve âhiret gününe iman etmekte ve aynı kıbleye” yönelmektedir. Dolayısıyla bu gerçeği kimsenin değiştirebilmesi mümkün değildir.
Müslümanların ortak mâbedi olan camilerde birlikte namaz kılmaları ve cenazelerini buradan kaldırmaları doğru ve esas olandır. Ancak semah, ayin, zikir, dinî musiki ve özel sohbetler “tekke, dergâh, zâviye, cemevlerinde vs.” yapılabilir. Bu ikisinin kesinlikle birbirine karıştırılmaması gerekir.
Bir başka ifadeyle cami, tüm farklı mezhep ve tarikat mensuplarını içine alırken, tekke, dergâh, zâviye ve cemevleri ise bu mekânlara kendilerini daha yakın hissedenlerin gittikleri özel yerlerdir. Oralarda ilave olarak yapılacak nafile ibadetler, camide yapılan ibadetlerin asla alternatifi değildir. Dolayısıyla bir dinin iki mâbedi olamaz; [1] aklı başında olan ve Kur’ân’a inanan herkes bu gerçeği kabul eder.
İnat ederek tekke, dergâh, zâviye ve cemevlerini camiye alternatifmiş gibi sunmak, Cuma ve vakit namazlarının buralarda kılınabileceğini iddia etmek “bölücülük/ayrımcılık” yapmaktır. Aynı avlu içerisinde camiden ayrı olarak “tekke, dergâh, zâviye ve cemevlerinin” inşası söz konusu olabilir. Ancak cami “geneldir”, diğerleri ise “özel mekânlardır.”
Bu itibarla, herkesi kapsayan ve kuşatan camide bir araya gelen tüm mü’minler, değişik sivil toplum örgütlerinin kültür merkezlerinde farklı etkinliklere katılabilir. Bu gayet tabiî bir durum olup bunda yadırganacak bir taraf yoktur. Buralara “mâbed ve ibadethane” gibi sıfatlar dışında farklı ad ve statüler de verilebilir. Lakin bunları birbirine karıştırarak kafaları bulandırmak asla doğru ve iyi niyetli bir yaklaşım değildir.
Zira söz konusu yerlere “ibadethane statüsü” vermek, İslâm kardeşlik anlayışına vurulacak en büyük darbedir. Çünkü farklı düşüncedeki insanların bir araya gelip dertleştikleri, sohbetler ettikleri özel mekânları “camiye alternatif gibi sunmak” kötü niyetli bir yaklaşımdır ve İslâm kardeşlik anlayışına aykırıdır. Müslümanların bir ve beraber olmalarını emreden Kur’ân ve sünnetin emrine karşı gelmektir. Bu özel mekânları caminin yerine koymak, değişik görüş ve düşüncede olan insanları ortak çatı olan camilerden uzaklaştırmak yanlıştır. Dolayısıyla cami genel, diğerleri özeldir ve öyle kalmak zorundadır. Aksi halde “din kardeşliği” buradan uzun vadede çok ciddi darbeler alacak ve sarsılacaktır.
Diğer taraftan Alevîliği bir inanç sisteminden ziyade “hayat tarzı” olarak gören, “ahiret üzerine değil bu dünya üzerine kurulduğunu” iddia eden, efsane değil insan üzerine inşâ edildiğini söyleyen, Budizm, İslâm ve Hırıstiyanlık’tan biraz etkilendiğini ancak özü itibarıyla Şamanist bir karakter taşıdığını belirten ve Şiî hareketiyle az bir ilgisi olduğunu ifade eden birilerinin müslüman olması zaten söz konusu değildir.
Çünkü böyle birisi açıkça ahireti inkâr etmekte ve kendine has bir Alevîlik ortaya koymaktadır. Onun bu düşüncede olması kendisi açısından doğru olabilir. Ancak bu, İslâm’ın temel prensiplerine külliyen aykırıdır. Böyle bir düşünceyi seslendiren kimsenin müslüman olamayacağını söyleyen bizzat Kur’ân’ın kendisidir. Zira “ahirete inanmadığını söyleyen birisi” müslüman olamaz ve böyle birinin “ibadet için camiye gelmesini” beklemek de beyhudedir. Zaten bizim kast ettiğimiz de bu düşüncede olan ateist Alevîler asla değildir.
Dolayısıyla Rahman olan Allah’a, Hz. Muhammed’e ve Yüce Kur’ân’a inandığını söyleyen hakikî Alevîlerle bu tipleri birbirine karıştırmamak gerekir. Yüce Allah’ı ve ahiret gününü inkâr eden bu tiplerin yıllardır Alevîlik maskesi arkasına saklanarak gerçek Alevîlerin camiye gitmelerini, dinlerini yaşamalarını engellemeleri ve dayatmada bulunmaları kesinlikle din ve vicdan özgürlüğüne aykırıdır. Bu pozitivist, materyalist, jakobenist, seçkinci, elitist grupların hakiki Alevîleri kendi şahsî çıkarlarına alet etmekten artık vazgeçmeleri ve gerçek niyetlerini alenen ortaya koymaları gerekir. Zira böyle açık sözlü ve mert olmak daha ahlâkîdir. Yüzlerine maskeler takarak gerçek niyetlerini gizleyenler ikiyüzlüdür. Nitekim bu gerçeği Kur’ân haber vermekte, bunların cehennemin dibini boylayacaklarını ifade etmektedir. [2]
Diğer taraftan Prof. Dr. Mehmet Görmez’in de söylediği gibi dinî, tarihî ve bilimsel kabule göre; “İslâm’dan ayrı Alevîlik diye bir din, cami ve mescidden gayri cemevi adında bir İslâm mâbedi yoktur. Hakiki Alevîlerin de Kur’ân’dan başka kitapları, Hz. Muhammed’den gayri peygamberleri yoktur. Çünkü Alevî ulularının eserlerinde, nefeslerinde ve şiirlerinde bu durum hep böyle ifade edilegelmiştir.”
Görmez’in şu sözleri meseleyi çok güzel özetlemektedir: “Hacı Bektâş-ı Velî'nin 'Makâlât' isimli eseri elimizdedir. Bu eserde anlatılanlar İslâm'ın özüdür. Alevî adı da, Sünnî adı da bize sonradan verilmiş isimlerdir. Halkımızın tamamı Kur’ân-ı Kerîm'in ilke ve prensiplerine bağlı kişilerdir. Binlerce yıl bir arada ve hiçbir problem olmadan yaşamış bu milletin fertlerinin, yapay sorunlarla karşı karşıya getirilmek istenmesi üzerinde düşünülmesi ve gerekli analizlerin yapılması millî bir zarurettir.”
Bu itibarla, Alevîlik yeni bir din değil İslâm tasavvuf geleneğinden gelen ve bu kaynaktan beslenen bir kolun Anadolu âdetleriyle yoğrulmuş şeklidir. Nasıl diğer tasavvuf mekteplerinin “tekke, zâviye ve dergâhları” varsa Alevîliğin de “cemevleri” vardır. Ancak tekrar ifade edelim ki buralar “mâbed” değil, “özel mekânlardır, kültür merkezleridir, sosyalleşme alanlarıdır.” Kıyamete kadar da böyle kalmalarında hiçbir sakınca yoktur. Yeter ki niyetler halis olsun, gönüller ise Allah, Peygamber ve Kur’ân sevgisiyle dolu olsun.
Öte yandan Sünnî İslâm anlayışını, “İslâm’ın Arap yorumu” diyerek küçümsemek de son derece yanlıştır. Bu düşüncede olanlara Prof. Dr. Hayreddin Karaman’ın verdiği şu cevap oldukça yerinde ve manidardır: “Bazı kimselerin kendilerine göre düzenledikleri ve adına 'Alevîlik' dedikleri bir inancı 'İslâm'ın Türk-Anadolu yorumu' olarak nitelemelerinin dinî, ilmî ve tarihî hiçbir gerçekliği yoktur. “Arap” dedikleri mü’minlerin başında Hz. Peygamber (s.a.v.), dört râşid halife ve Peygamberimizin övdüğü sahâbe vardır. Hz. Ali, oğulları ve torunları (on iki imam) da “o Araplar” arasındadır. Onların İslâm yorumları, kıyamete kadar gelip geçecek bütün müslümanların İslâm'ıdır. Bu İslâm'da bildiğimiz ibadetler, haramlar ve helaller vardır. Buna aykırı bir İslâm yorumu İslâm değil, başka bir inançtır.”
Sonuç olarak, özellikle Batılı sömürgeci güçler tarafından desteklenen “Alevîliğin yeni bir din olduğu şeklindeki anlayış” kesinlikle iyi niyetli bir yaklaşım değildir. Zira böyle bir düşünce, fırkalaşmayı, kamplaşmayı, kutuplaşmayı ve cepheleşmeyi körüklemek ve buradan nemalanmak isteyenlerin her dönemde kullanageldikleri psikolojik harp taktiğidir. Bu oyunu bozmak ve aynı delikten iki defa ısırılmamak ise tüm müslümanların görevidir. (22.11.2013)
[1] et-Tevbe 9/107-108.
[2] et-Tevbe 9/68-79.