Ahmet Emin Seyhan

Ahmet Emin Seyhan

“Allah Ona Nasip Etmemiş!” Öyle mi?

A+A-

Dinimiz İslâm, şeytanın/İblis’in insanoğlunun düşmanı olduğunu ve onun düşman bilinmesi gerektiğini haber vermiştir.

Hz. Âdem ve İblis imtihan edilmiş, İblis kibirlenmiş, inatlaşmış, Yüce Allah’ın emrine karşı gelmiş, hatasını kabul etmemiş ve kaybedenlerden olmuştur. Ancak Hz. Âdem yanıldığını itiraf etmiş, hatasını anlamış, pişman olmuş, tövbe etmiş ve affedilmiştir.

Hz. Âdem’i “adam yapan” günahını sahiplenip pişman olmasıyken, İblis’i şeytan yapan günahını ve suçunu kabullenmeyip faturayı Yüce Allah’a kesmesi olmuştur. Üstelik İblis suçu kabullenmediği gibi bir de kabahati Yüce Allah’a bulmuştur. “Beni sen saptırdın” deme cüretini/denâatini (alçaklığını) göstermiş ve iyice küstahlaşmıştır. Kendi inadını, şımarıklığını ve kibrini görmek ve hatasını anlamak istememiştir. Emre karşı gelenin ve sapmayı dileyenin kendisi olduğunu bir türlü itiraf edememiştir.[1]

Bu itibarla, kendi suçunu Yüce Allah’a atmak ve hatayı kabullenmemek şeytanî bir hastalıktır. Yüce Allah’a meydan okumak, O’nun ilke ve emirlerine karşı gelmek, alay etmek şeytanî bir vasıftır. Nitekim şeytan, Yüce Allah’a karşı gelmiş ve “Şu çamurdan yarattığına şeye bak! Bu mu benden üstünmüş? Ben ondan daha hayırlıyım. Zira ben ateşten yaratıldım o ise çamurdan” diyerek ırkçılık yapmıştır.[2] Bu, şeytanca bir söylemdir ve nankörlüktür. Allah Teâlâ, Kur’ân’da tüm bu yaşananları insanlığa haber vermiş, “Sakın ha! Siz de İblis gibi olmayın! Şeytanlaşmayın! Hatalarınızdan dönün! Pişman olun, sizleri affedeyim!” demiştir.

Bu itibarla, hasta olduğunu bilmeyen ve kabul etmeyeni tedavi etmek imkânsızdır. Hasta olduğunu bilen, tedavi olmak ve iyileşmek ister; ilaca sarılır, şifayı Yüce Allah’tan bekler. Dolayısıyla hatasını anlayan da tövbeye yönelir. Tövbenin “nasuh tövbe” olabilmesi için istiğfardaki samimiyetin ortaya konulması ve ispat edilmesi elzemdir. Bu nedenledir ki ölüm anında yapılan tövbe değil, sadece istiğfardır. Ve böyle bir tövbenin ispat edilme şansı kalmadığı için muteber ve makbul değildir. Dolayısıyla tövbe geç kalmadan zamanında yapılmalıdır. Nitekim Firavun tam öleceği anda istiğfar edip imana gelmiş, ancak onun bu son pişmanlığı onu kurtarmaya yetmemiş ve tövbesi de kabul edilmemiştir.[3]

Allah Teâlâ sapmayı tercih edeni saptırır, sapıklığını onaylar ve onu sapıklığıyla baş başa bırakır.[4] Ancak hidayeti isteyen kişiye de hidayet yollarını gösterir. Yüce Allah, tüm bu uyarıları göz ardı ederek yoldan çıkan bir topluma hidayet etmez.[5] Zira Yüce Allah Kur’ân’da; “Dileyen inansın, dileyen de inkâr etsin” buyurmaktadır.[6] Yani karar, insanoğlunun özgür iradesine bırakılmıştır. Kim Yüce Allah’a inanırsa Allah da onun kalbini genişletir, gönlüne huzur verir ve hidayet yollarını gösterir.[7] Yani insanoğlu, sebebi tahakkuk ettirirse Yüce Allah da onun için hayırlı sonuçları yaratır.

Bu nedenle, “Allah ona infak etmeyi nasip etmedi”, “Allah ona haccı nasip etmedi” veya “Allah ona ibadet yapmayı nasip etmedi” gibi laflar çok tehlikelidir. Düşünmeden gelişigüzel söylenmiş sözlerdir. Çünkü karar, insanın özgür iradesine aittir. Sebeplere sarılmayan, infak için gayret etmeyen, hacca gitmek için çabalamayan veya ibadete yanaşmayan insanın bizzat kendisidir. Dolayısıyla kendi suçunu ve kabahatini Yüce Allah’a atması ve “Bizim nasibimizde yokmuş! Ne yapalım!” demesi son derece yanlıştır. Bu düpedüz Yüce Allah’a iftiradır; şeytânî yaklaşımdır. Zira müşriklerin de aynı şeyleri söylediklerini Yüce Allah Kur’ân’da şöyle haber vermiştir: Allah’a ortak koşanlar dediler ki: “Allah dileseydi ne biz ne de atalarımız O’ndan başka hiçbir şeye tapmazdık, O’nun emri olmadan hiçbir şeyi de haram kılmazdık.” Kendilerinden öncekiler de böyle yapmıştı. Peygamberlere düşen sadece apaçık bir tebliğdir.”[8] “…Eğer Allah dileseydi, biz de ortak koşmazdık, babalarımız da…”[9]

Görüldüğü üzere tüm müşrikler, ateistler, deistler, satanistler, mücrimler, zalimler, fasıklar, münafıklar, kısacası tüm inkârcılar daima aynı zihniyetle hareket etmiş ve suçu kadere, atalarına veya başka şeylere yüklemiş ve “Kaderimiz buymuş biz ne yapalım ki?” demişlerdir. Akıllarını kullanmamış,[10] apaçık yalan söylemiş, Yüce Allah’a korkunç iftira atmış ve körü körüne atalarını taklit etmişlerdir. Oysa ataları taklit etmek, insanın kendi azabını kendinin hazırlamasıdır. Taklit, ucuz bir yaklaşım ve şeytânî bir duruştur; “Böyle gelmiş, böyle gitsin” mantığıdır. Aklı ve bedel ödemeyi devre dışı bırakmaktır. Kur’ân’a göre ise ataları körü körüne taklidin sonu cehennemdir.[11]

Diğer taraftan Levh-i Mahfuz’da (ana yazılım, büyük senaryo, sünnetullah ve adetullahın prensiplerinin kaydedildiği temel veri tabanı, programing, programlanmış mükemmel işleyiş)in nasıl olacağı önceden kaydedilmiş, rollerin tanıtımı yapılmış ve sünnetullah (Yüce Allah’ın kendisi için koyduğu kurallar/ölçüler, yaptığı işlerin derunî bir anlam ve amaç taşıması ve faydalı gayesinin bulunması) belirlenmiştir. Yüce Allah tarafından önceden planlanan ve programlanan bu büyük imtihanın kuralları/ilkeleri kutsal kitap ve peygamber gönderilerek tüm insanlığa tebliğ ve tebyin edilmiştir.

Ancak bu büyük senaryodaki rollerin dağıtımı kesinlikle yapılmamıştır. Seçim, insana bırakılmıştır. İsteyen, istediği rolü kendisi seçmekte ve tercih ettiği o rolü oynamaktadır. İnsan dilerse, çabalarsa ve hak ederse Hz. Âdem, dilerse, inatlaşırsa ve azgınlaşırsa lanetlenmiş İblis rolünü seçebilir. Bir başka ifadeyle dilerse kâfir, dilerse münafık olabilir. Dilerse ateist, dilerse deist olabilir. Dilerse müşrik, dilerse fâsık olabilir. Dilerse mücrim, dilerse muslih olabilir. Dilerse mü’min, dilerse müttâkî olabilir. Dolayısıyla insan bu rollerden hangisini tercih ederse, kaderi ona göre şekillenir. Arınmayı isteyen ve gereğini yapan kurtuluşa erer, şeytana (vesvâsi’l-hannâs) uyan, onu dost edinen ve izini takip eden ise kaybeder.

“Adamın kalbi kilitli” sözü de son derece çarpık ve bilinçsizce söylenmiş bir sözdür. Zira Kur’ân-ı Kerim, küfrü tercih etmesi nedeniyle adamın kalbinin kilitlendiğini/ mühürlendiğini söyler. Kişi kendi tercihini o yönde kullanmış, ısrar etmiş ve nihayet kalbi kilitlenmiştir. Yani kalbi durup dururken kilitlenip taşlaşmamıştır. Kısaca küfürden yana tavır koyanın kalbi mühürlenir. Buna rağmen bu gibi kimselerin de tövbe etme imkânı henüz sona ermemiştir. Tövbelerinde samimi olduklarını ispat edinceye kadar vakitleri vardır; az da olsa bunlardan bazılarının tövbe edip hidayete kavuşabilir.[12] Küfürden, şirkten, isyandan ve fısktan dönen ve kendini düzelten kurtulur. Dolayısıyla kâfir olmak sebep, kalbin mühürlenmesi sonuçtur.

Hiçbir kimsenin kendi kabahatini Yüce Allah’a havale etmeye hakkı ve yetkisi yoktur. Böyle yapan kimse şeytanlaştığını bilmelidir. Yaptığı hata karşısında Yüce Allah’a sığınmayan hüsrana uğrar. İçindeki şeytan derhal ona vesvese verir, kötü düşünceler fısıldar, onu kandırır, hatasını süslü/haklı gösterir ve beraberinde onu da cehenneme sürükler. Yaptıkları nedeniyle de o kimse Yüce Allah’ın rahmetinden uzaklaşır. Zira suç işlemeyi alışkanlık haline getiren mücrimdir ve mücrimlerin felaha ermeleri söz konusu değildir. Bunlar yapıp ettikleri zulüm nedeniyle de Yüce Allah’ın rahmetinden uzak kalmayı hak eder.

Öte yandan kaderin iki boyutu vardır. Birisi, kaderin “insanı aşan ilâhî boyutu”dur. Nitekim hiç kimsenin “anne ve babasını, ırkını, rengini, dilini, dünyaya geliş yeri ve zamanını” seçme şansı yoktur. Bunlar kaderin “ilâhî boyutudur.”

Diğeri ise insanın “kendi tercihleriyle oluşan kader boyutu”dur. Burada belirleyici olan insanın kendi iradesiyle yaptığı seçimleridir.

Bu ikisi arasındaki farkı fark etmeyenler ya da fark etmek istemeyenler “yanlış Allah ve kader tasavvuruna” kapılmakta, istikâmetten uzaklaşmakta ve neticede savrulmaktadır.

Zira alıcısını/çanak antenini şeytanın yayın yaptığı frekansa çevirip onun etkisi altına girenlerin şeytanı suçlamaya hakları yoktur. Şeytanı “günah keçisi” ilan etmek böyle yapanları kurtarmaya yetmez. Akıllı insan alıcısını “vahiy uydusuna” çevirir, oradan beslenir. Kitap ve sünnetin ilkelerinden istifade etmeyen, müttakîler, sıddıklar, sadıklar ve muhsinlerle beraber olmayan kimse kaybederse kendisinin suçlu olacağını bilmelidir. Zira şeytanın böyle muhlis kimselere nüfuz etmesi söz konusu değildir. Şeytan, Kur’ân’ı anlamak istemeyenlere ve ondan kaçanlara musallat olur.[13] Yüce Allah’ın gösterdiği dosdoğru yoldan uzaklaşanlara yandaş olur. Dolayısıyla Haktan uzaklaşma bir sebep, şeytanın musallat olması sonuçtur. Bu itibarla Haktan uzaklaşmayı isteyen sorumludur. Şeytanın davetine koşarak icabet etmek, sonra da bütün suçu ona atmak doğru değildir. Nitekim şeytan kıyamet günü “Ben mi zorladım, inanmasaydınız, kanmasaydınız, yapmasaydınız” diyerek dostlarını, yandaşlarını ve yoldaşlarını terk edecek ve “Ben Allah’tan korkarım!” diyecektir.[14] Ama o zaman da iş işten geçecek ve şeytanın yolundan gidenler onunla birlikte cehennemi boylayacaklardır.[15] Zira “yolu ve hedefi bir/ortak olanların sonu da bir/ortak” olacaktır.

Sonuç olarak, herkes konuştuğu sözlerine dikkat etmeli ve bilmediği konularda kesinlikle ahkâm kesmemelidir. Bilenlere danışmalı ve hatasında ısrarcı olmamalıdır. Böyle yapanlar şeytanın elinde oyun ve eğlence olmaktan kurtulamayacaklarını artık fark etmelidir. Şeytan, insanoğlunun baş düşmanıdır. Onu düşman bilip fısıldadığı şeylerin tersini yapanlar yani harama değil helale yönelenler kurtulacak, ancak yolundan giden ve söylediklerini yapanlar ise kendi sonlarını kendileri hazırlayacaklardır. Zira suçu Yüce Allah’a atmak onları kurtarmaya asla yetmeyecektir. (03.01.2014)

 

 

[1] el-Bakara 2/34.

[2] el-A’râf 7/12; es-Sâd 38/76.

[3] Yûnus 10/90-92.

[4] es-Sâff 61/5; el-İnsan 76/29-31.

[5] ez-Zümer 39/23.

[6] el-Kehf 18/29.

[7] el-En’âm 6/125-126; ez-Zümer 39/22; et-Tegâbun 64/11.

[8] en-Nahl 16/35.

[9] el-En’âm 6/148.

[10] el-Enfâl 8/22; Yûnus 10/100.

[11] el-Mâide 5/104; el-A’râf 7/28, 70-71.

[12] en-Nisâ 4/155.

[13] ez-Zuhruf 43/36.

[14] İbrahim 14/22; el-Hicr 15/42.

[15] el-İsrâ 17/63; el-A’râf 7/18; es-Sâd 38/85.

Önceki ve Sonraki Yazılar